BUĞRA, TARIK

(Süleyman Tarık) (2 Eylül 1918-26 Şubat 1994) Yazar.

Aslen Erzurumlu Mehmet Nazım Bey ile Akşehirli Tahiroğullarından Nâzike Hanım’ın oğlu olan Süleyman Tarık, Akşehir’de doğdu. Baba Mehmet Nazım Bey, “ağır ceza reisi” olarak görev yapan, siyaset ve edebiyatla ilgilenen, Akşehir’in önde gelen, çevresince sevilen şahsiyetlerinden; anne Nâzike Hanım ise, bizim toplumsal yapılanmamızda ağırlığı olan “ümmi kültür”den nasiplenmiş, tipik bir Anadolu kadınıdır. Süleyman Tarık, kendisine hayat boyu rehberlik edecek olan “muhafazakâr” ve “muhalif” duruşun ilk izlerini bu iki insandan, bu iki insanın yapılandırdığı aileden almıştır.

Okula gitmeden önce alfabe ve okuma sorununu çözen Süleyman Tarık, babasının mütevazı kitaplığında yer alan Rübâb-ı Şikeste, Şerare, Safahat gibi kitaplar aracılığıyla edebiyatla, Mesnevi ve annenin ümmî kültürden aktardığı bilgilerle klasik kültürle, nihayet Tarih-i Cevdet’le de tarihle tanıştı. Okumayı iyiden iyiye ilerlettiği vakitlerde de biriktirdiği harçlıklarla alıp okuduğu Aynalı Dolap, Tilki Leman, Çekirge Zehra gibi polisiye/popüler karışımı kitaplarla da -gelecekte kalem oynatacağı- roman türüyle tanıştı. Emsallerine göre farklı bir donanımla ilkokula başlayan Süleyman Tarık, hem dur durak bilmeyen yaramazlıkları hem de zekâsı ve cesaretiyle öğretmenlerinin dikkati çekti. Bu bağlamda Ortaokulda Türkçe dersine giren Rıfkı Melûl Meriç’i özellikle anmak gerekir. Çünkü Süleyman Tarık’a sanatı, edebiyatı sevdiren; onu farklı yazarları ve kaynakları okuyarak farklı düşünmeye yönlendiren ilk kişi, Rıfkı Melûl’dür.

İlk ve ortaokulu Akşehir’de okuyan Süleyman Tarık, lise öğrenimine “yatılı” olarak İstanbul Erkek Lisesinde başladı. Burada hayatına yön veren bir diğer isimle, edebiyat dersine giren Hakkı Süha Gezgin’le, tanıştı. Gezgin, öneri ve uyarılarıyla onu yazmaya yönlendiren kişi oldu. Buğra, ilk Türkçe terbiyesini aldığı Rıfkı Melûl ile Hakkı Süha’yı hiçbir zaman unutmadı ve onları her zaman saygı ile andı. Lisenin yatılı kısmının kapatılması üzerine Haydarpaşa Lisesine gönderilen Süleyman Tarık, burada uyum sorunu yaşayınca Konya Lisesine nakledilerek buradan “pekiyi” derece ile mezun oldu (1936). Mezuniyet derecesinin getirdiği avantajla sınava girmeden kaydını İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine yaptırdı. İstanbul’da geçirdiği ilk günlerde hocası Rıfkı Melûl Meriç’le yeniden karşılaşması, onun aracılığıyla dönemin en önemli edebiyat ve kültür mekânlarından biri olan Küllük’ü tanıması; nihayet burada Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mükrimin Halil İnanç, Mahmut Kemal İnal, M. Fuat Köprülü gibi bilim adamı ve edebiyatçılarla tanışması, Buğra’nın hayatını ve hayattan beklentisini değiştirdi. Küllük’e hâkim olan entelektüel hava ile felsefe, Tarık Buğra’yı biraz boheme, biraz serseriliğe kayan hayatın mensubu yaptı; dolayısıyla entelektüel, dolayısıyla edebiyatçı olma beklentisi, üniversite diplomasına sahip olma duygusunun önüne geçti. İki yıl üst üste devam etmediği için Tıp Fakültesinden atılan Tarık Buğra, eş dost yönlendirmesiyle kaydını Hukuk Fakültesine yaptırdı. Dört yıl devam ettiği Hukuk Fakültesinden de mezun olamadan ayrıldı. Bu dönemler, aynı zamanda Tarık Buğra’nın ruhunda “yazarlık mayası”nın tutmaya başladığı yıllardır. Ancak ortada, yazar olma isteğinin dışında henüz bir şey yoktur. Üstelik, okuması için ev satmak dâhil her türlü fedakârlığı gösteren ailesine karşı mahcup ve suçluluk duygusu içindedir. Bu psikolojinin baskısıyla ailesinden sürekli kaçan, tek teselli yeri olarak Küllük’e sığınan ve yazarlığa adım atamamanın getirdiği sıkıntıyla tam bir açmaza düşen Tarık Buğra’yı, bu durumdan talihin hazırladığı bir tesadüf kurtardı. Üsteğmen olan teyzesinin oğlu Mustafa Topbaş, onu Küllük’ün bohem ağırlıklı atmosferinden uzaklaştırmak için tayinin çıktığı Kayseri/Pınarbaşı’na götürdü (1942). Derin yalnızlıklar içinde kendi kendisiyle hesaplaşma fırsatı bulduğu Pınarbaşı, genç Tarık için tam anlamıyla bir dönemeç oldu: Özeleştirisini yaptı, okudu ve ilk tiyatro denemesi olan Nahide’yi kaleme aldı. Yine bu günlerde teyze oğlunun önerisi ile askerlik vazifesini yapmak üzere sevkini isteyerek İskenderun’a gönderildi. Askerlik günlerinde bir iddia üzerine yazdığı Arayan Bulur adlı radyofonik piyesini Ankara Radyosu’na gönderdi. Yazarlık hayatının ilk telif ücretini bu oyunla alan Tarık Buğra doğal olarak mutlu oldu. Disiplinsiz bir askerlik süreci geçiren, dolayısıyla sürgün cezalarına çarptırılan Tarık Buğra, bu süreçte Yalnızların Romanı ile bu romandan esinlenerek yazdığı Akümülatörlü Radyo piyesini tasarladı. Askerlik bitiminde Buğra, bir valizi ve valizinde yer alan bu iki eserle beş parasız olarak yine İstanbul’a, eski alışık olduğu hayatına döndü. Askerlik arkadaşı Ahmet Ateş’in önerisiyle bu kere Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’ne kaydını yaptıran Buğra, aynı zamanda bir başka askerlik arkadaşı Halit Tanyeli’nin aracılığıyla Şişli Terakki Lisesinde bulduğu “muallim muavinliği” görevinden elde ettiği para ile geçimini sağlamaya çalıştı. İlerlemiş yaşı, bilgisi, görgüsü ve cesaretiyle farklı bir öğrenci kimliğine sahip olan Tarık Buğra, fakülte hocalarıyla “hoca-öğrenci” ilişkisinin ötesinde âdeta arkadaş gibiydi. Özellikle Mehmet Kaplan’a yakındı ve bu yakınlık, kısa sürede onun kaderini değiştirdi:

Türkoloji Bölümü öğrencileri Zeytindalı adında bir dergi çıkarmaktaydılar. Derginin yönetimini üstlenen Mehmet Kaplan, ikinci sayı için Tarık Buğra’dan bir hikâye yazmasını istedi. Buğra, kendine güvenilmenin verdiği heyecanla kısa sürede “Kekik Kokusu” adlı bir hikâye yazdı. Ancak Kaplan’ın bu hikâyeyi beğenmeyerek ona, hikâye yazamayacağını kesin bir dille söylemesini gururuna yediremeyen Buğra, aynı günün akşamında, Şişli Terakki Lisesindeki etüt sırasında “Oğlumuz” başlıklı yeni bir hikâyeyi kaleme aldı. Hikâyeyi M. Kaplan’a götürdü. Kaplan, bu hikâyeyi beğendi ve yayımlamak istedi. Ancak Buğra kabul etmeyerek hikâyeyi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmaya gönderdi. Hikâye, yarışmada “ikinci” olarak Buğra’ya bir “altın kalem” kazandırdıysa da hakkının yendiğine inanan Tarık Buğra, biraz yarışmanın, biraz da ünlü edebiyatçımız Yusuf Ziya Ortaç’ın cesaretlendirmesiyle kaleme aldığı yeni hikâyelerini, Ortaç’ın dergisi Çınaraltı’nda yayımladı; bu vesileyle kendisine moral verecek, geçimini sağlayacak parayı da kazanmaya başladı. Hikâyelerin yanı sıra Yalnızların Romanı da Çınaraltı’nda “tefrika” hâlinde yayımlanmaya başladıysa da derginin kapanmasıyla tefrika yarıda kaldı. Giderek ünlenen Buğra’nın ikinci durağı Milliyet gazetesi olacaktır. Milliyet’teki günler, onun yayın faaliyetlerinin yoğunlaştığı dönem oldu; bir yandan hikâyeciliğini sürdürürken bir yandan sanat ve edebiyat yazıları kaleme aldı, bir yandan da Siyah Kehribar, İnce Hesaplar ile Aşk Esirleri romanları “tefrika” edildi. İlk hikâyelerini kapsayan Oğlumuz’un (1949) ardından, Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952) ile İki Uyku Arasında (1954) hikâye kitaplarıyla Siyah Kehribar romanını yayımladı (1955). Siyah Kehribar, eleştirmenlerce beğenilmeyerek şiddetle eleştirildi. Ancak içinde, birtakım kurgu hatalarını, anlatı ve anlatıma dönük kusurları barındırsa da Siyah Kehribar, Tarık Buğra’nın sanatçı yönü hakkında bazı ipuçları veren bir örnekti. Sözgelimi, sanat kaygısıyla bireyi/insanı öne çıkaran, nihayet günün modasına rağmen sanatı toplumculuğa feda etmeyen anlayışın benimsenmesi gibi. Siyah Kehribar’da basit ve eksikli örneğiyle karşılaştığımız bu tutumu Tarık Buğra, bundan böyle yazarlığının varoluş sebebi olarak benimseyerek bu anlayışı hiçbir zaman terk etmedi. O, en kısa tanımla “sanat için sanat” görüşünü benimsemiş, ancak bu anlayışı toplumu tümüyle ötelemeyen bir yaklaşımla dengelemek istemiştir. Onun nazarında sanat eseri, herhangi bir peşin hükme mahkûm edilmeksizin önce gerçek anlamda sanat kaygısı taşıyacaktır; böyle bir sanat eserinin toplumu içermemesi zaten mümkün değildir. Çünkü her büyük sanat eserinde toplum veya toplumsallık vardır ve bunlar, okura sanat aracılığıyla yansır; son tahlilde sanatı; tarihten, sosyolojiden, felsefeden ayıran yan budur. Benimsenen bu anlayışın, diyebiliriz ki somut ve bir o kadar kaliteli örneği, ilerleyen yıllarda kaleme alınan Küçük Ağa olacaktır.

Siyah Kehribar’dan sonra, yine “tefrika” olarak birkaç roman yayımlayan Buğra, çok da beğenilmeyen bu romanların getirdiği birikim ve öteden beri arzuladığı başarılı çıkışı nihayet gerçekleştirerek; gerek konusunun işleniş tarzı gerekse ifade biçimiyle hayli özgün bir roman olan Küçük Ağa’yı kaleme aldı (1963). Roman, öteden beri yazılagelen Millî Mücadele konulu romanlara hâkim olan bakış açısının dışında bir bakış açısıyla yazılmıştır. O güne kadar “Ankara merkezli” bir anlayışla Millî Mücadele’yi yorumlayan romanlara kıyasla Küçük Ağa’da Millî Mücadele, Anadolu merkezli bir bakışla ve mücadelenin önemli duraklarından olan Akşehir penceresinden ele alınıp yorumlanmıştır. Gösterilen ilginin verdiği cesaretle Buğra, Küçük Ağa’nın devamı olan Küçük Ağa Ankara’da (1966) romanını yazdı. Lise yıllarından itibaren yazar olmayı, ama yazar olmaktan da hep romancı olmayı anlayan Tarık Buğra, Küçük Ağa ile bu amacına ulaşarak izleyen yıllarda kendisine, bu alanda şöhret kazandıran romanlarını peş peşe kaleme aldı: İbiş’in Rüyası’nda (1970) bir sanatçının dramını; Firavun İmanı’nda (1978), farklı evresiyle yine Millî Mücadele’yi, Gençliğim Eyvah’ta (1979) 70’li yıllarda toplumumuzu huzursuz eden ideolojik kamplaşmayı, Dönemeçte’de (1980), çok partili döneme girişin sancıları ortasında idrak edilen bir aşkı, Yağmur Beklerken’de (1981) Serbest Fırka olayının bir kasabada sebep olduğu siyasal dalgalanmayı, Osmancık’ta (1983) Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesini anlattı; nihayet son örnek Dünyanın En Pis Sokağı (1989) romanında da simgesel bir temellendirmeyle aydınların eleştirisini yaptı.

Buğra, bunların dışında Abaza Paşa’nın Rüyası (1955), Şehir Uyurken (1956), Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lâmbası (1957), Ölü Nokta (1958) gibi daha çok geçinme kaygısıyla kaleme alıp tefrika hâlinde yayımlanmış romanların yanı sıra, Ayakta Durmak İstiyorum (1966), Akümülatörlü Radyo (1979), Yüzlerce Çiçek Birden Açtı (1979), İbiş’in Rüyası (1982), Güneş ve Aslan-Patron (1988), Sıfırdan Doruğa/Patron (1994) oyunlarıyla; deneme, fıkra, söyleşi ve gezi yazılarını içeren Gagaringrad-Moskava (1962), Gençlik Türküsü (1964), Düşman Kazanmak Sanatı (1979), Bu Çağın Adı (1990), Politika Dışı (1992), Söyleşiler (2004) adını taşıyan kitaplara da imza attı. Sanatçı yönünü daha çok roman türünde gösteren, edebiyat bakımından en verimli dönemini yaşadığı vakitlerde hikâyeci Hatice Bilen’le ikinci evliliğini yapan (1977), edebiyat ve kültür dünyamızda, gerek eserleriyle ve gerek sanat anlayışla silinmez izler bırakan Tarık Buğra, 26 Şubat 1994’te İstanbul’da vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Tarık Buğra
Tarık Buğra'nın eserlerinden Küçük Ağa romanının dizi afişi

MEHMET TEKİN

BİBLİYOGRAFYA

  • Alangu, 1965; Andı, 2000; Aytaç, 1990; Ayvazoğlu, 2006; a.mlf., 1995; Balabanlar, 2003; Çınarlı, 1979; Fethi Naci, 1981; a.mlf., 1994; a.mlf., 1997; Kaplan, 1978; Minnetoğlu, 1974; Komisyon, 2008a; Tekin, 2004; a.mlf., 2010a; a.mlf., 2010b; Timur, 1991; Tuncer, 1988; Turinay, 1983; Yakar, 1973.