KILIÇARSLAN I

(ö. 500/1107) Türkiye Selçuklu sultanı. (1092-1107)

Kılıçarslan’ı Müslüman kaynakların, bazen kendi adı ile bazen de “İbn Süleyman” (Süleyman’ın oğlu) olarak babasının adıyla zikrettikleri gibi Hristiyan müellifleri de babasının adını ona izafe ederek kaydetmektedirler. Onun doğumu ile ilgili verilen tarihlerin gerçeği tam yansıtmadığı söylenebilir. Ancak onun Türkiye (Anadolu) Selçuklularının ilk sultanı olan Süleyman Şah’ın büyük oğlu ve halefi olduğu bilinmektedir. Yaklaşık on dört yıl süren sultanlığında, kahramanlıklarla dolu hayatı, genç yaşında beklenmedik bir şekilde son bulmuştur. Kılıçarslan’ın ölümüne yalnız Türkler ve Müslümanların değil, Hristiyanların bile üzüldükleri kaynaklarda zikredilmiştir. Dönemin Ermeni tarihçilerinden Urfalı Mateos, Sultan Kılıçarslan’ı ölümü münasebetiyle: “Hristiyanlar büyük matem tuttular. Çünkü o, her bakımdan çok iyi ve tatlı bir zattı.” diye anmıştır (Urfalı Mateos-Papaz Grigor, 1987, 231). XII. yüzyılda yaşamış olan Gregory Ebü’l-Ferec (Bar Hebraeus) Tarihi’nde, Kılıçarslan’ı cesur, kahraman ve yiğit olarak tavsif ederek, onun adil bir hükümdar olduğunu da kaydetmek suretiyle, Musul’u zapt ettiği sırada şehir halkından kimseye dokundurtmadığını da belirterek: “Her kim bir kimse aleyhine iftirada bulunursa ölüme mahkûm olacaktır.” diye ilan ettirdiğini de zikretmiştir (Ebü’l-Ferec Tarihi, 1987, 346).

Hem kendi devletini toparlayıp yeniden teşkilatlanmış, hem de ardı arkası kesilmeden gelen Haçlı ordularına karşı Anadolu topraklarını, buna bağlı olarak Müslümanların yaşadıkları toprakları savunarak insanüstü bir gayretle devletini ayakta tutmaya çalışmıştır. Onun bu gayreti sonucudur ki, Türkler, Anadolu’da yeniden toparlanabilme cesareti bulmuşlar ve gelecekte kalıcı bir devlet kurabilme imkânı elde etmişlerdir.

Babasının ölümünden sonra Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından Isfahan’a götürülerek yaklaşık beş yıl boyunca göz hapsinde tutulan Kılıçarslan, kardeşleri ile birlikte Sultan Berkyaruk (1092-1104)’un izniyle Anadolu’ya döndü. Anadolu’ya dönüşlerinde eskiden babaları Süleyman Şah’a bağlı olup da onun ölümünden sonra başsız kalan Orta Anadolu’dan büyükçe bir Türkmen kitlesini toplayarak 1093 yılı başlarında İznik’e gelip tahta oturarak sultan unvanını alan Kılıçarslan, savaşçı maiyetinin aile ve çocuklarını da getirerek şehre iskân etti. Başlangıçta hâkimiyet alanı sadece İznik ve çevresi ile sınırlı görünen Kılıçarslan, babasının ölümünün ardından kendilerine emanet ve teslim edilmiş olan şehirlerde bağımsız hareket etmeye başlayan kumandan ve beyleri tekrar kendisine bağlayarak devletin birliğini kurmaya çalıştı. Zira İzmit ve Gemlik, babasının naibi Ebulkasım zamanında Bizanslıların eline geçmişti. İzmir bölgesi ve Efes’te, Çaka Bey ile Tanrıbermiş Bey hâkimiyetlerini güçlendirmişlerdi.

Doğu ve Orta Anadolu’da da Saltuk, Mengücük ve Danişmentoğulları kendilerini bağımsız olarak kabul ediyorlar; ayrıca birçok Orta Anadolu şehirlerinde Türk beyleri bağımsız olarak hüküm sürüyorlardı. Bu hâliyle Anadolu, birliğini kaybetmiş ve âdeta muhtelif beyliklerin ortaya çıktığı birçok devletin kurulduğu bir yer hâline gelmişti. Bu yüzden Kılıçarslan, bir taraftan babası Süleyman Şah’ın ölümünün sonrasında dağılmış bulunan devletin birliğini sağlamaya çalışırken, diğer taraftan da Bizans’a karşı sürdürülen mücadeleye devam etmek niyetinde olduğunu göstermişti. Bu sebeple olsa gerek, Bizans’la yıllardır mücadele etmekte olan İzmir Beyi Çaka’yla münasebete girişti, hatta onun kızı ile evlenerek aralarındaki bağı güçlendirmek istedi. Böylece Bizans’ı yalnız Marmara’dan değil, aynı zamanda Ege’den de çevirebilme imkânını elde etmiş olacaktı.

Bu arada Bizans’ın bölgede gittikçe güçlenmekte olan baskısını kırmak amacıyla ilk olarak, “İlhan” unvanıyla kaynaklarca kaydedilmiş olan Muhammed adlı komutanın idaresinde bir birlik, Marmara’nın güney kıyısında Bizans’ın elinde bulunan şehir ve kaleleri fethetmek üzere bu yöreye gönderilmişti. Başlangıçta başarılı olan Muhammed, daha sonra yardıma gelen Bizans ordusu karşısında aynı direnci gösteremeyip imparatora teslim olmak zorunda kaldı. Böylece Bizans’a karşı düzenlenen bu ilk teşebbüs sonuçsuz kalmış oluyordu. Bizans imparatoru kendisine yönelik diğer saldırı ve tehditlere karşı Kılıçarslan’ı kendi yanına çekmek istiyordu. Nitekim Çaka Bey’in Çanakkale’ye doğru ilerlemesi, hatta Çanakkale’ye sekiz km mesafedeki Abydos’u muhasara etmesi, imparatoru endişeye düşürmüştü. Bu endişe ile İmparator Aleksios kendisine yönelen tehlikeyi bertaraf etmek için Kılıçarslan ile ittifak yapma teşebbüsünde bulundu.

İmparator, Kılıçarslan’ı kayınpederi Çaka’nın asıl hedefinin Bizans değil, Sultan’ın hâkimiyetini elde etmek olduğuna inandırarak, Çaka’yı sahilden Bizans donanması, karadan da Kılıçarslan sıkıştırıp zor duruma sokmuşlardı. Bu durumda ittifaktan haberi olmayan Çaka, damadı Kılıçarslan’la görüşmek ve durum değerlendirmesi yapmak üzere onun yanına gitti. Kılıçarslan, kayınpederini dostça karşıladı; ancak yemekten sonra onu öldürttü. Bu anlaşma Bizans İmparatoru Aleksios ile Sultan Kılıçarslan’ın daha sonraki yıllarda da ittifaklarını sürdürmelerine yol açtıysa da bu durum uzun sürmedi. Çünkü Selçukluların, İzmit ve çevresini tehdit eden akınlarına karşı tedbir olarak Sapanca Gölü’nün güneyinden sahile doğru çok uzun ve derin bir hendek kazdırma teşebbüsünde bulunduğu görülecek; buna karşılık da Kılıçarslan’ın Bizans ile yaptığı ittifak sayesinde doğuda genişleme imkânı aradığı tahmin edilecektir. Nitekim ilk önce 1095 yılında Malatya üzerine yürüyen Kılıçarslan’ın Ermeni Gabriel idaresindeki iyi tahkim edilmiş olan şehri kuşattığı ve muhasaranın uzun sürdüğü kaynaklarda belirtilmektedir.

Malatya’yı muhasara ettiği sırada, İmparator Aleksios’un, daha 1089 yılında istediği yardım üzerine Papa II. Urbanus’un yürüttüğü teşebbüsler, semeresini ancak 1095’te Clermont Konsili’nde yaptığı çağrı ile vermiş ve Avrupa’nın çeşitli milletlerine mensup her sınıftan sayısız insanın katıldığı Haçlılar yola çıkarak Türkiye Selçuklularının başkenti İznik’e kadar ulaşmışlardı. Bu sebeple Sultan Kılıçarslan Malatya kuşatmasını kaldırarak süratle geri döndü. Pierre l’Ermite’in başında bulunduğu ilk haçlı grubu Türkler karşısında perişan olarak yok edildiler. Ancak, Pierre l’Ermite’in ordusunun ardından gelen düzenli, muntazam ve kuvvetli ordunun öncüleri 1096 sonbaharında İstanbul’a geldiler.

Art arda gelen diğer haçlı orduları 1097 yılının ortalarında İznik’i kuşattı. Bu sırada Kılıçarslan Malatya’yı fethetmek üzere Doğu Anadolu’da bulunuyordu. Daha önce Pierre l’Ermite’in başını çektiği orduya karşı elde ettiği başarı onun, Haçlıların arkadan gelen kuvvetlerini küçümsemesine ve onların gücü hakkında yanılmasına sebep oldu. İznik’i Haçlı muhasarasından kurtarmak üzere süratle şehrin önüne geldiyse de sayıca ve kuvvet itibariyle çok güçlü olan Haçlıları yararak şehre girme imkânı bulamadı. Burada vuku bulan şiddetli bir savaştan sonra geri çekilmek zorunda kaldı. İznik’i kendi mukadderatına bırakarak Haçlıları; dağlar, geçitler ve vadilerde sıkıştırıp, geçmesi muhtemel olan yerlerde baskınlar yapmak amacıyla çekilmeye karar verdi. İznik’teki Türk yönetimi de şehri Bizans imparatoruna teslim etmeyi tercih etti (19 Haziran 1097). Bu arada Kılıçarslan, Anadolu içlerine çekilerek Danişment emirlerinden Gümüştekin ile Kayseri hâkimi Hasan Bey’e haber gönderdi. Kendileri ile Haçlı ordusuna karşı birlikte hareket etmek üzere onları davet etti. Böylece meydana getirdiği müttefik kuvvetlerle Sultan Kılıçarslan, Eskişehir önünde Haçlı ordusu ile yeniden karşılaştı. Birkaç gün devam eden bu savaşta iki taraf da kahramanca mücadele ettiği hâlde, Türk ordusu, karşısındaki üstün ve daha güçlü olan düşman karşısında yine geri çekilmek zorunda kaldı (1 Temmuz 1097). Kılıçarslan bundan sonra vur kaç taktiği ile düşmanı yıpratmak niyetindeydi. Bu arada geri çekilirken yol boyunca düşmanın yararlanabileceği şeylerle yiyecek ve içecekleri yok edip Haçlıları açlığa mahkûm etme planını uygulamayı düşünüyordu.

Haçlılar Eskişehir’de birkaç gün dinlendikten sonra Konya yönünde yollarına devam ettiler. Konya’ya geldiklerinde Türklerin şehri boşalttıklarını gördüler. Yaz sıcağı, erzak ve su temini gibi güçlükler yanında, vur kaç taktiği ile arada yapılan baskın hareketleri onlara oldukça zayiat verdirdi. Ağustos ayının ortalarında sulak ve yeşillik bir yer olan Meram’da bir müddet kaldılar. Daha sonra Ereğli’ye ulaştılar. Burada Kılıçarslan ve müttefikleri Haçlıların önünü kesmeye çalıştılarsa da başaramadılar. Ereğli’den sonra iki kola ayrılan Haçlı ordusunun bir bölümü henüz Türklerin elinde bulunan Kilikya’ya (Çukurova) girerek yollarına devam ettiler. Çoğunluğu ise Kayseri istikametinde kuzeye doğru yöneldi.

Birinci Haçlı Seferi sebebiyle, Türkler tamamıyla fethettikleri Anadolu’dan geri çekilmeye ve Orta Anadolu’ya toplanmaya mecbur oldular. Kılıçarslan’ın yeniden kurup genişletmeye çalıştığı Türkiye Selçuklu Devleti’nin, sadece başşehri İznik’i değil, Ege ve Marmara kıyılarına kadar ellerinde olan yerleri de kaybettiler. Sonuçta Türkler, Menderes Vadisi’nden, Bolvadin ve Akşehir’e kadar geriye çekilmek zorunda kaldılar. Böylece Kılıçarslan’ın devletinin batı sınırları, Eskişehir-Antalya hattına kadar çekilmiş oldu. Bizanslılar Anadolu’nun kuzeyinde de ilerlemeye çalıştılarsa da Bayburt’ta Danişmentliler tarafından durduruldular. Akdeniz sahilleri de tamamıyla Bizans yönetimine girdi. Kilikya’ya hâkim olan Türkler, bazı mevzii savaşlarda başarı gösteremediler ve bölgeyi terk ettiler. Onlarda boşalan yerleri Ermeniler Bizanslıların elinden alarak Kilikya Ermeni Krallığı’nı kurdular. Haçlı seferinin sonucu olarak Urfa ile Antakya’da ayrı ayrı birer Haçlı Devleti kurulmuş oldu (1098).

Kılıçarslan, bir taraftan Haçlılarla uğraşırken, aynı zamanda, onların verdikleri zararları ortadan kaldırmaya ve yaraları sarmaya çalışıyordu. Diğer taraftan da Bizans kuvvetlerine karşı batı sınırlarını savunmak ve hâlâ Avrupa’dan gelmeye devam eden irili ufaklı Haçlı grupları ile de mücadele etmek zorunda bulunuyordu. Bu durumda artık İznik yerine Konya’yı merkez olarak seçen Türkiye Selçukluları, Anadolu’nun ortalarında kısa sürede toparlanıp güçlenmeye çalışıyorlardı.

Kılıçarslan, batı bölgesindeki sıkıntıları kaldırmak ve buralarda huzuru sağlamak için uğraşırken, Haçlılar karşısında onun kadar yıpranmayan Danişmentli Gümüştekin’in Malatya’yı ele geçirdiği (18 Eylül 1102) görülmektedir. Danişmentliler tarafından esir edilen Antakya Prensi Bohemond’un boşluğundan yararlanmak isteyen Kılıçarslan, Antakya’ya yürüdüyse de daha Maraş civarındayken Gümüştekin’in para karşılığında Bohemond’u serbest bırakması bu seferinin sonuçsuz kalmasına yol açmıştır. Antakya Prensi Bohemond’un esir alınması, bu çok tanınmış ve sevilen prenslerini kurtarmak amacıyla yeni Haçlı ordularının gelmesine sebep olmuştur. Bu ordunun bir bölümü, Sivas istikametinde ilerlemiş, Ankara’yı zapt ederek buradaki Müslümanları katletmişlerdir. Oradan Kızılırmak vadisini takiple önlerine çıkan köyleri ve halkını, ayrım gözetmeksizin Müslüman ve Hristiyanları öldürüp, bölgeyi yağma ve tahrip etmişlerdir. Diğer bir bölümü de Birinci Haçlıların yolundan gitmişlerdir. Buna karşılık Kılıçarslan önceki tecrübesini göz önüne alarak müttefikleriyle birlikte, düşmanlarının geçeceği yolları tahrip ederek, erzak ve su temin etmelerine engel olmuştur.

Kılıçarslan’ın uyguladığı taktikle, disiplinden yoksun olan ve yollarda sık sık baskına uğratılarak bitkin bir hâle düşen Haçlıları kendi bölgelerine çektikten sonra onları Merzifon yakınlarında büyük bir mağlubiyete uğrattılar. Kılıçarslan, Kont II. Guillaume de Nevers komutasındaki ikinci Haçlı ordusunu da Konya yakınlarında imha etti. Kılıçarslan bunlarla uğraşırken Akitanya Kontu Guillaume ve Bavyera Dükü IV. Welf’in idaresindeki üçüncü Haçlı ordusu da İznik-Akşehir üzerinden Selçuklu topraklarına girmişti. Kılıçarslan, müttefikleri ile birlikte bu orduyu da Ereğli civarında dağıttı. Bunlardan pek azı kurtulma şansı bulabildiler.

Artarda gelen bu Haçlılara karşı koyabilme cesaretini gösteren Kılıçarslan’ın başarıları sayesinde Anadolu, artık Türklerin kalıcı yurdu olmuştur. Bundan böyle, Haçlılar birincide olduğu gibi, bir daha Anadolu’dan rahatlıkla Suriye tarafına geçemeyeceklerini anlayarak, artık kendileri için bu yolun aşılmasının kolay ve mümkün olmayacağını görmüş oldular.

Gümüştekin’in Bohemond’u para karşılığı serbest bıraktığı gibi müttefiki olan Kılıçarslan’a karşı takındığı tutumu Kılıçarslan’la aralarının açılmasına ve mevcut ittifakın bozulmasına sebep olmuştur. Bu arada Haçlılardan kötü muamele gören Elbistan Ermenileri de Kılıçarslan’ı davet ederek, onun şehri geri almasını sağladılar. Bu arada Gümüştekin’in Malatya’yı da zapt etmiş ve aralarındaki ittifakın da bozulmuş olması sebebiyle Kılıçarslan onun üzerine yürüyerek Danişmentli ordusunu mağlup etti. Ardından Gümüştekin’in ölümü üzerine de Kılıçarslan Malatya’yı kuşattı ve ele geçirdi (2 Eylül 1106). Böylece Haçlı seferi yüzünden fazlaca yıpranan Kılıçarslan, Danişmentlilerin nüfuzunu kırarak Anadolu’nun doğusunda genişleme siyasetini hayata geçirmeye başlamış oluyordu.

Kılıçarslan Malatya’dan sonra Urfa’ya yöneldi. Urfa’yı muhasara ettiği sırada Musul Emiri Çökürmüş’ün adamları Kılıçarslan’ı Musul’a davet ettiler. Urfa muhasarasını kaldırıp Harran ile Meyyafakirin’i (Silvan) alarak gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra hastalandığı için Malatya’ya dönmek zorunda kaldı. Bu arada Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar (1105-1118), Kılıçarslan’ın Anadolu’nun doğusunda nüfuzunu genişletmesinden endişeye kapılarak, Musul Emiri Çökürmüş’ü bertaraf etmek üzere Emir Çavlı’yı Franklara (Haçlılara) karşı başkomutan tayin etti ve Musul ile Fırat boylarını da kendisine ikta ederek bölgeye gönderdi. Çavlı, Musul’a girdi ve Çökürmüş’ü öldürdü. Bunun üzerine Çökürmüş’ün oğlu, beyleri ve kendisini çok seven Musul halkı, Kılıçarslan’a haber gönderdiler. Musul’u ve yöresini kendisine teslim edeceklerini bildirdiler. Bu davet üzerine Kılıçarslan, Malatya’dan Musul’a doğru yürüdü. Kendisini davet eden Musul heyeti Nusaybin’de Kılıçarslan’ı karşılayıp ordusuna iltihak ettiler. Sultan Kılıçarslan, 22 Mart 1107 Cuma günü halkın sevgi gösterileri ile Musul’a girdi. Cuma hutbesini Sultan Muhammed Tapar’ın adına okunmasını kaldırarak halifeden sonra kendi adını okutturdu. Bu durum, Kılıçarslan’ın dedesi Kutalmış’tan beri devam eden Selçuklu sultanlığını da ele geçirme arzusunu gerçekleştirmek niyetinde olduğunu ortaya koymaktadır.

Musul’da yönetimle ilgili işleri düzenleyen Kılıçarslan, Çavlı ve müttefiklerini Mardin Artuklu Beyi Necmettin İlgazi ve Halep Meliki Rıdvan’ın, birlikte oluşturdukları ordu ile Rahbe’yi ele geçirdiklerini haber aldı (19 Mayıs 1107). Oğlu Melikşah’ı melik tayin edip, Emir Bozmış’ı da oğluna atabeg olarak görevlendirerek, onu annesi birlikte Musul’da bıraktı. Kendisi de Çavlı ve müttefiklerinin üzerine yürümek niyetiyle yola çıktıysa da Bizans imparatoruna yardım için gönderdiği ordusunun bir kısmı henüz dönmemişti. Onları beklemeden Habur’da Çavlı’nın ordusu ile karşı karşıya geldi. Kılıçarslan’ın kuvvetinin azlığını gören Çavlı hemen saldırıya geçti. İlk çarpışmada Kılıçarslan’ın kuvvetleri bazı küçük başarılar kazandılarsa da kendi yanındaki bazı beylerin saf değiştirerek karşı tarafa geçmeleri üzerine ordusunda bozgun başladı. Buna rağmen savaşta harikalar gösteren Kılıçarslan, askerlerinin kaçtığını görünce, ok yağmuru altında atını Habur Irmağı’na sürdü. Hem kendisi hem de atı zırhlı olduğu için ırmağı geçemeyip batarak sulara gömüldü (13 Temmuz 1107). Birkaç gün sonra cesedi Habur’un Şemsaniye köyü yakınlarında kıyıya vurdu. Naşı alınarak Meyyafakirin’e nakil olundu. Burada adına “Kubbetü’s-sultân” adıyla bir türbe yaptırıldı. Oğlu Sultan Mesut, 1143 yılında babasının mezarını Konya’ya götürmeye niyet ettiyse de buna muvaffak olamadı. Kılıçarslan’ın bu kahramanca, fakat acı ve hüzün dolu ölümü Türkler arasında unutulmaz bir hatıra olarak tarih sayfalarında yerini almıştır.

MEHMET ŞEKER

BİBLİYOGRAFYA

  • Urfalı Mateos-Papaz Grigor, 1987; Ebü’l-Ferec Tarihi, 1987; Komnena, 1996; Alptekin, 1988; Anadolu’da Türkler, 1979; Demirkent, 1996; a.mlf., 2002; a.mlf., 1996; Kural, 1936; Merçil, 2002, 507-509; Şeker, 1988; Millî Kültür, 1988, LXII (Eylül)/59-63; Turan, 1977f; a.mlf., 1971; Yinanç, 1944.