KONYA

5. Geleneksel Eğlence Kültürü

Kuruluşu tarih öncesi çağlara dayanan Konya’nın yaşayan kültürü şüphesiz geçmişte yaşadığı kültürün izlerini taşımaktadır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir yandan çok farklı etnik, dinî, tasavvufi ve fikrî grupların etkileşimi sonucu, bir yandan da farklı ülkelerden; mesela İran’dan, Orta Asya’dan, Hindistan’dan ve Arap ülkelerinden gelen kültürlerin, yerli Hristiyan kültürle kaynaşması sonucu Konya’da heterojen bir kültürel yapı oluşmuştur (Arabacı, 1998; Küçükdağ, 1999; Bayram, 1999; Gül vd., 2003).

Bu kültürel yapının çok sayıda yan unsuru olmakla beraber, en başta Orta Asya’dan gelen Türk kültürü ile yerli Hristiyan kültürünün ve Selçuklu Döneminde Fars ağırlıklı olarak gelişen kültürün ürünü olduğu söylenebilir. Ancak bu üç temel kültürel yapı kendi içinde birçok farklı uçlar barındırmaktadır. Orta Asya Türk kültürü Anadolu’da İslamlaşarak yeni ve birbirinden farklı tarikatlara; mesela Ahilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik gibi gruplara ayrılmıştır. Bu akımlar, itikat bakımından farklı oldukları gibi, günlük hayatı yaşama, örgütlenme ve diğer toplumsal ilişkiler bakımından da farklı kimlikler taşımaktaydılar (Bayram, 1999, 7-8).

Osmanlı Dönemine gelindiğinde, Mevlevilik ve Mevlevihane, diğer tarikatlara önemli oranda üstünlük sağlamıştır. Bu, elbette, Osmanlı yöneticilerinin desteğiyle de yakından ilgili bir gelişmedir. Ancak, diğer tarikatların ve dinî akımların tamamen yok olduğu söylenemez. Cumhuriyete kadar birçok farklı tarikat ve dinî akım, tekkeler ve zaviyelerde örgütlenmiştir. Ayrıca Osmanlı Dönemi Konya’sında yoğun bir medreseleşme faaliyeti gerçekleştirilmiş, Konya medreseler şehrine dönüşmüştür. Buradaki medreseler, İstanbul’dakilerle bağlantılı olarak, yüzyıllarca din adamı yetiştirmiştir. Her ne kadar Meşrutiyet Döneminde Batı tipi eğitim tarzına adım atılmışsa da yüzlerce yıl süren medrese döneminin, Konya kültüründeki muhafazakârlığın en önemli sebeplerinden biri olduğu söylenebilir (Küçükdağ-Arabacı, 1999, 84-92; Gül-Bayram-Hakkoymaz, 2003, 459).

Cumhuriyet Dönemi Konya’sı ise, uzun yıllar savaşın, yoksulluğun ve disiplinsizliğin getirdiği başıboşluğun hüküm sürdüğü bir kültürü geliştirmiştir. Muhafazakâr kültürün ve ozan kültürünün içinde zaten var olan, ancak mümkün olduğunca eğlence amacıyla kullanılmayan müzik, şiir ve edebiyat bu dönemde eğlenceye dönüşmüştür. Eğlence hayatının geleneksel kuralları da giderek gevşemiş ve en sonunda asayişi zedeleyecek boyuta ulaşmıştır. Bu dönem, Konya folklorunun ve halk müziğinin geliştiği, buna bağlı olarak eğlence hayatının doludizgin yaşandığı bir kültürel dönem olmuştur (Horvath, 1996, 13-14).

Konya’nın bugün yaşayan kültürünün iki temel ayırt edici özelliği bulunmaktadır. Bunlardan biri, Konya’yla özdeşleşmiş muhafazakârlık, diğeri de bu muhafazakârlıkla oldukça önemli zıtlıklar içeren eğlence hayatıdır. Şüphesiz yeni kültürlerin, yeni hayat tarzlarının etkisi, eğlence kültürünü olduğu kadar muhafazakâr kültürü de etkilemektedir. Ancak, bu kültürün Selçuklu Konya’sına kadar dayanan kökleri olduğu da bir gerçektir. Konya’nın geleneksel kültürünü araştıran ve konuyla ilgili derlemeler yapan araştırmacılar (Sakaoğlu, 1985; Odabaşı; 1999; Sakman, 2001; Arabacı, 2003), geleneksel eğlence kültürünün kitle iletişim araçlarının, özellikle de televizyonun gelişimine bağlı olarak kaybolmaya yüz tuttuğunu ya da yok olduğunu savunmaktadırlar. Kuşkusuz bu durum, salt televizyonun değil, büyüyen ekonomik kalkınmanın, kentleşmenin, küreselleşmenin, toplumun öteki alanlarındaki modernleşme eğilimlerinin de bir sonucudur. Ancak unutulmamalıdır ki, televizyon tüm bunların iletişimsel desteğini vererek katalizör görevi görmüştür.

Konya’nın geleneksel eğlence kültürü anlatılırken söz konusu kültüre ait örnekler birçok şekilde sınıflandırılabilir. Mesela, demografik olarak; yetişkin eğlenceleri ve çocuk eğlenceleri, cinsiyete göre; erkek eğlenceleri ve kadın eğlenceleri, mevsime göre; yaz eğlenceleri ve kış eğlenceleri, mekâna göre açık alanlarda yapılan eğlenceler ve kapalı mekân eğlenceleri vb. Ancak, böylesine bir sınıflandırmanın karmaşa doğurabileceği endişesi ile, Konya’nın geleneksel eğlence hayatını konularına göre sınıflandırmanın daha uygun olacağı düşünülmüştür. Bu amaçla, Konya’nın eğlence kültürü; müzikli eğlenceler, oyunlar, belirli gün ve zamanlarda yapılan kutlama mahiyetindeki eğlenceler başlıkları altında ele alınmaktadır. Elbette çok uzun bir süreçte farklı kültürlerden etkilenerek oluşmuş bir kültürün tüm örneklerini yansıtmak imkânsızdır. Bu amaçla, fikir vermesi açısından söz konusu eğlence kültürünün örneklerinden bazılarına yer verilecektir.

Müzikli Eğlenceler

Konya, başta Mevlâna ve Mevlevilikten kaynaklanan bir müzik kültürüne sahiptir. Selçuklular Döneminden itibaren musiki, sadece bir eğlenme ve dinlenme aracı olarak değil, dinî törenlerin, savaşların, doğum, sünnet, evlenme gibi toplumsal törenlerin vazgeçilmez unsuru olarak gelişmiştir. Konya musikisi, üç temel alanda olgunlaşmıştır. Birincisi Konya’ya Oğuz boyları ile gelmiş olan halk musikisidir. Köy ve obalarda gelişen, Türkçe söylenen bir müziktir. Sanat musikisi; klasik, ağır bir musiki türü olarak konaklarda, divanlarda yüksek kültürlü zümrenin müziği olarak gelişmiştir. Arapça ve Farsça terennüm edilmiş, dili gibi ritmi ve aletleri de ağır bir müzik türü olmuştur. Tekke musikisi ise XIII. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmış; ilahi, kaside, naat gibi dinî ağırlıklı bir türdür. Tarikatlarda kullanılan bu müzik türü zikir ve semaa eşlik etmiştir. Mevleviliğin ve Osmanlı boyunca devam eden Mevlevihane’nin etkisinde birçok Konyalı ünlü besteci yetişmiştir. Sayısız halk ozanı da halk müziğini bugüne kadar devam ettirmiştir (Özönder, 1999, 191-194).

Konya’nın halk müziği, son derece zengin ve kendine özgüdür. Türkü derlemecileri Konya’dan yüzlerce türkü derlemişler ve bu türküler yıllarca radyolarda en beğenilen halk müziği örnekleri olarak çalınıp söylenmiştir. Konya türküleriyle ilgili ilk kapsamlı derleme çalışmalarından birini yapan Seyit Küçükbezirci’nin* de ifade ettiği gibi, Konya türküleri, Konya kültürün aynasıdır (1960, 3-4). Konya türkülerinde, eğlence kültürünün ayrıntılarını bulmak da mümkündür. Hovardalar, oturak kadınları, aşklar, ihtiraslar ve çekincesiz cinsellik birçok Konya türküsünün ana konusudur.

Aslında, dinî musiki icra eden müzisyenlerin de eğlence kültürüne çok yabancı olmadığı bilinmektedir. Mesela düğünlerde ilahi ve dua söyleyen, Kur’an okuyan dul veya hiç evlenmemiş kadınların, dinî musikinin ardından istek üzerine türkü okumaları bir Konya düğünü geleneği olarak yerleşmiştir (Odabaşı, 1999ba, 124-125).

Oturak Âlemleri

Konya eğlence kültürünün en temel ayırt edici özelliklerinden biri oturak âlemleridir. A. Sefa Odabaşı*, oturak âlemlerini, Konya’nın tarım ve ticaret kenti olmasına bağlamaktadır. İşlerin azaldığı uzun kış aylarının gecelerinde, evlerin dışındaki genellikle gözden ırak (bağ evleri) mekânlarda yapılan eğlenceler oturak âlemi adını almıştır (1999, 195).

Üzerine çok şey söylenen oturak âlemleri, kimilerine göre, kendine has kuralları olan ve ahlaki sınırlar içinde yapılan bir eğlence olarak başlamış, sonradan yozlaşmıştır. Kimileri, özellikle de zabıta kuvvetleri, oturak âlemlerini öteden beri ahlak dışı bir eğlence olarak değerlendirmiş ve yasaklamıştır. Konya oturaklarının dışa kapalı yapısı, oturakların günümüze taşınmasına imkân vermemiş ve oturaklar kendi mahremiyeti içerisinde yok olmuşlardır.

Oturak âlemlerinin Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yozlaştığı ileri sürülmektedir (Odabaşı, 2000, 95; Sural, 1975, 3). Konya kültürü araştırmacılarından Mahmut Sural*, bundan yirmi beş yıl önce Yeni Konya* gazetesinde yayımlanan ve elli yıl önceki Konya’yı anlattığı yazı dizisinde, oturak âlemleriyle ilgili olarak yazılan eserlerin hiçbirinin gerçeği yansıtmadığını, hemen hepsinin hayal ürünü olduğunu savunmaktadır. Sural’a göre, Konya oturak âlemleri her önüne gelenin girebileceği yerler değildir. Bu âlemlere girebilmek için, yıllarca söze sadakat, emanete sahip olma, mertlik, gözü peklik ve beline sağlamlık gibi sınavlardan geçmiş olmak gerekmektedir. Konyalı yerli kadınların oturak âlemleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Âlemlerde oynayan kadınlar yabancı olurdu. Ancak bu kadınlar asla bir fuhuş malı değildi. Değerleri güzellik çirkinlik yönünden değil, oyunculukları, güzel türkü söylemeleri ve zekâlarıyla değerlendirilirdi. Çoğu yıpranmış, çirkin kadınlardı. Üstelik sayıları “üçü-beşi” geçmezdi. Oturak âlemlerinde yer alan kadınları koruyan, taşıyan erkeklere de “efe” denirdi. Oturak âlemi her zaman düzenlenmez, genellikle düğünler sırasında yapılırdı. Irz ve namus konusunda son derece duyarlı olan, aile kadın veya kızının topuğuna bile bakmayan hovardalar, oturak âlemine birer ikişer gelirken; rakılar, mezeler ve diğer yiyecekler oturak kadınları tarafından hazırlanır, âlem sırasında da hovardalara sunulurdu. Daha sonra saz, cura, kanun, ut ve kemandan oluşan müzik ekibi çalar, oturak kadınları türkü söyler ve oynarlardı. Hovardalar ise asla oynamaz, oyuncu kadınla cilveleşmek ve konuşmak bir yana, birbirleriyle bile konuşmaktan kaçınırlardı. Âlemin sonlarına doğru uzun hava söylenir, kadınlarla birlikte yemek yenir ve hovardalar birer ikişer dağılırlardı (Sural, 1975, 3; Odabaşı, 2000, Sakman, 2001, 79-91).

Hovardalar, varlıklı kişilerdi. Kelimenin etimolojisi de zaten Farsça “hur (yiyecek şey)”a dayanmaktadır. Konya’da hovarda kelimesi, yiyen, içen, çapkınlık için yedirip içiren eli açık kişi anlamında kullanılmaktadır. Hovarda, tutulduğu kadın için Meram’daki bağları satıp, harcayabilmektedir (Odabaşı, 1999b, 94; Sakman, 2001, 23-31).

Uzun süren savaşların psikolojik etkisi, merkezî otoritenin zayıflaması, kolluk kuvvetlerinin yeterince müdahale edememesi gibi sebeplerle 1900’lü yıllarda o ağırbaşlı, nezih oturakların yerini oturak âlemleri almıştır. Oturak âlemlerinde ise, artık ön planda müzik yerine cinsel bir obje olarak kadın vardır. Bunun sonucunda ise, hovardalar arası sonu cinayetle biten oturak kadınlarının kaçırılması olayları artmış, birçok cinayet işlenmiştir. Özellikle “Manastır usulü” olarak bilinen oturak âlemlerinde çırılçıplak oynayan kadınlar her konuğun kucağına oturarak bade sunar ve meze olarak her konuğu dudağından öperdi (Sakman, 2001, 87-88).

Konya oturaklarının özünü kaybederek yozlaşması ve genel ahlak ve asayişi bozucu bir niteliğe bürünmesi neticesinde 1900’lü yıllarda Ferit Paşa döneminde yasaklanmıştır. Yasaklanmasına rağmen yine de tamamıyla ortadan kalkmamış, uzun süre gizli saklı âlemler düzenlenmiştir (Sakman, 2001, 87-91). Ancak, bütün bu olumsuzlar zaman içerisinde halkın oturaklara olan ilgisini azaltmış ve oturaklar yerini “barana” adı verilen türkü meclislerine bırakmıştır.

Kızlı Kahveler

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Konya’nın eğlence yerlerinden biri de kızlı kahvelerdi. Gizli yapılan oturak âlemlerinde kadın kaçırma, silahlı çatışma gibi istenmeyen birçok olay yaşandığı için, Cumhuriyet’ten sonra bu eğlence biçimi denetim altına alınmak istendi. Güvenlik güçlerinin denetimi altında benzer bir eğlencenin devam etmesine göz yumuldu ve Konya’nın değişik semtlerinde kızlı kahveler açıldı. Konya’nın ünlü müzisyenlerinin çalıp söylediği kahvelerde, İstanbul’dan getirilen kızlar garson ve şarkıcı olarak çalıştırılmaktaydı (Odabaşı, 1998, 176). Bu kahveler, bar ve pavyonların açıldığı zamana kadar işletildi. Sayı olarak birkaç kızlı kahve vardı. Buralarda “Beyoğlu kaldırımlarından tutulup getirilen kızlar güya şarkı söylerdi” (Sural, 1975, 3).

Baranalar

Eskiden gençlerin sıra ile bir evde oturarak akşamları eğlenmeleri baranayı teşkil ederdi (bk. Barana*).

Oyunlar

Zengin bir kültürel geçmişe sahip olan Konya, elbette çok zengin bir oyun kültürüne de sahiptir. Geleneksel oyunların en önemli özelliği, yaşanılan mekânda hemen bulunuverecek malzemeleri kullanması, masraf gerektirmemesidir. Çünkü oyun araçları oyuncular tarafından üretilmektedir (Arabacı, 2003, 14). Geleneksel oyunların bir diğer önemli özelliği de ebe seçimidir. Diğer pek çok yörede olduğu gibi Konya’nın geleneksel oyunlarında da ebe seçimi genellikle ilginç tekerlemeler, ad çekme ya da adım atma gibi usuller ile belirlenir ve tıpkı dinî ve sihrî ritüellerde olduğu gibi oyunlarda da türkü ve tekerlemeler vardır.

Bu gün bir kısmı yaşamayan, önemli ölçüde unutulmaya yüz tutmuş oyunları; küçüklere ya da büyüklere ait olanlar, açık alanlarda veya kapalı alanlarda oynananlar, bireysel ya da toplu olarak oynananlar, kadınlara veya erkeklere has olanlar, mevsimine göre; yazın ya da kışın oynananlar vs. gibi sınıflandırmak mümkündür. Ancak bu sınıflandırmalar her oyun için geçerli olmayabilir. Çünkü bazı oyunlar hem küçükler hem de büyükler tarafından ya da hem kadınlar hem de erkekler tarafından oynanabilmektedir. Bazı oyunlar da hem kapalı hem de açık mekânlarda icra edilebilmektedir. Günümüzde unutulan Konya’nın geleneksel yetişkin oyunlarının en sevileni yüzük oyunu idi.

Yüzük Oyunu: Televizyonsuz, videosuz, hatta radyo ve gramofonsuz yılların en revaçta gece eğlencesi şüphesiz yüzük oyunu idi. Yüzük oyunu, fincanlarla oynanabildiği gibi, gümüşten, bakırdan veya tunçtan yapılmış ve fincana benzeyen kapaklarla da oynanırdı. Oyun daha çok uzun kış geceleri oynanırdı. Erkekler ve kadınlar ayrı ayrı oynarlar, ancak çok yakın akrabalar arasında karışık oynandığı gibi; erkeklerin bir ekip, kadınların ayrı bir ekip olarak oynandığı da olurdu.

Yüzük oyunu duruma göre 6, 9 ya da 12 fincan ile oynanır. Oyuna başlamadan önce oyuna katılacaklar iki ekip hâlinde ayrılır ve her iki ekipten birer oyuncu “yüzükçübaşı” olarak seçilir. Yüzükçübaşının görevi, yüzüğü saklamak ya da aramak ve mâniler söylemekten ibarettir. Oyuna başlanırken tepsi üzerine 12 fincan konulur ve her iki ekibin yüzükçübaşısı sıra ile fincanları kaldırarak oyuna başlama sırasını belirlerler. Bu esnada da şu sözleri söylerler:

“Ya şunda, ya şunda,

Keçe külah başında.”

veya:

“Eteğine meteğine,

Kulpuna köşesine,

Evliyalar paşasına,

Şunda var, şunda yok”

Saklanan yüzüğü bulan ekip oyuna başlar. Yüzüğü saklama sırasını kazanan ekibin yüzükçübaşısı ve bir oyuncusu yüzüğü saklamak üzere dışarı çıkar, tepsi üzerinde bulunan 12 fincandan birinin altına yüzüğü saklayarak odaya dönerler ve tepsiyi odanın ortasına koyarlar. Artık karşı ekip için sıkıntılı anlar da başlamıştır. Çünkü yüzüğün hangi fincanın altında olduğunu kestirmek zor bir iştir. Bunu, daha çok yüzüğü saklayanların hal ve tavırlarından, gözünden, bakışlarından anlamaya çalışırlar. Yüzüğü arayan ekibin yüzükçübaşısı “Boşa” diyerek fincanları kaldırmaya başlar. İki fincan kalıncaya kadar kaldırılır. Oyunun kazanılması ve sayı alınması için, sondan bir evvelki fincanda yüzüğü bulmak gerekir. Ne daha önce, ne de sonra. Eğer, bu esnada boşa, diyerek kaldırılan fincanlardan birinin altında yüzük çıkarsa, yüzüğü saklayanlardan biri, hemen fincanı kaldıranın bileğinden yakalayarak kendi ekibindeki arkadaşlarına seslenir:

“Tuttum, tuttum ...”

Bunun üzerine arkadaşları ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“Ne tuttun?”

“Şu iti.”

“Ne yer?”

“Ot kökü.”

“Ne sıçar?”

“İt b.ku.”

“Koyver gitsin şu b.ku.”

Bunun üzerine bileğinden yakalanan oyuncu serbest bırakılır, arayan taraf sayı kazanır ve yüzük yeniden saklanır. Eğer son iki fincan kalıncaya kadar kaldırılan fincanların altından yüzük çıkmazsa, yüzüğün saklı olduğu fincanı tahmin etmek için oyuncular görüş bildirirler. Çoğunluğun görüşüne uyularak fincan kaldırılır. Yüzük bulunursa sayı kazanılır. Eğer bulunamazsa yüzüğü saklayan ekip son fincanı da kaldırarak yüzüğü gösterir ve bir sayı almış olur. Bu şekilde sayı almaya devam eden ekiplerden ilk beş sayıya ulaşan ekip, öteki ekibe oy kullanarak bir “pampıltı” cezası verir. Bir fincanın içine ağzına kadar meşe külü doldurulur, ceza verilen kişinin alt dudağına fincan dayanır ve ceza çekecek oyuncudan yüksek sesle “pampılıpıt” diye bağırması istenir. Oyuncu yüksek sesle “pampılıpıt” diye bağırınca ağzı, yüzü kül ile dolar ve ortam kahkahaya boğulur.

Yüzük tepsisi bu minval üzere defalarca gider gelir, karşı taraf yüzüğü bir türlü bulamazsa, yüzüğü saklayanlar şu mâniyi söylerler:

“Ocak başının minderi,

Öldük dönderi, dönderi,

Oyuncuların pis mundarı,

Bilir oynar bilmez oynar

Akşamdan beri.

Dağdan keserler ardıcı,

Sallanır gelir bir ucu,

Vay zavallı itin gavalı,

Oynama bari.”

Bu mânilere iyice sinirlenen karşı ekibin oyuncuları, yüzüğü buldukları zaman cevap olarak şu mâniyi söylerler:

“Tavuklara serptim darı,

Başaklar oldu sarı,

Biz yüzüğe kavuştuk,

Çatlasın yüzükbaşı.”

Oyun bu şekilde devam ederken ekiplerden dokuz sayıya ulaşan karşı tarafa “tort” cezası verir. Ağızları aynı genişlikte iki fincan alınır, içine yüzük konulur ve iki fincan ağız ağza gelecek şekilde bağlanır. Bu iki bağlı fincan, boğaza geçecek şekilde bir ipe bağlanır ve cezalı oyuncunun boynuna geçirilir. Hareket edildikçe fincanların içindeki yüzük tıpkı koyun ya da keçilerin boynuna asılan çanlarınki gibi sesler çıkarır. Sayı on bire ulaşınca ise, oyunun üçüncü cezası verilir. Bu “mühür” cezasıdır. Cezayı çekecek oyuncu için, bir fincanın altı idare lambasının ya da çıranın isiyle islendirilir. Bu isli fincanın altını muhtar seçilen oyuncunun alnına basarlar. Alnı mühürlenen oyuncu isi silemez ve oyuna kalınan yerden devam edilir. Oyunun son sayısı yirmi birdir. Eğer bu sayıya ulaşmadan muhtarın ekibi diğer ekibe yetişirse, “Denge” diye bağırırlar ve beraberliği sağlayan ekibin oyuncularından biri fincanların bulunduğu tepsiyi sağa sola sallamaya başlar. Bu arada da şu mâniler söylenir:

“Biz de denk olduk size,

Siz de döndünüz bize,

Vay vay zavallı,

İtin gavalı,

Bilir oynar, bilmez oynar,

Akşamdan beri ...”

Bu mâniler söylenirken, muhtarın alnına fincanın altındaki is ile mühür vuran oyuncu, bu mührü dili ile yalayarak siler. Yirmi bire ulaşan ekip ise “Destegül” yapar böylece karşı tarafa bir şans verilmiş olur. Birinin altında yüzük bulunan dört fincan tepsinin dört köşesine dizilir, sayısı geride olan ekip bu dört fincandan ikisini kaldırma hakkına sahiptir. Bu iki haktan ilki kaldırılırken “Yarıya” denilir ve yüzük bu ilk kaldırılışta bulunulursa öndeki ekibin on bir sayısı düşürülerek sayısı on’a indirilir. Yüzüğü bulan taraf oyuna devam etmek üzere tepsiyi alır. Yüzüğü bulanı övmek için ise şu mâni söylenir:

“Yüzüğü buldu eşimiz,

Hayra döndü işimiz,

Şu muydu yüzükçübaşınız?

Vay vay zavallı,

İtin gavalı,

Oynama bari,

Akşamdan beri ...”

Destegülde sayısı geride olan ekip, birinci hakkında yüzüğü bulamazsa, ikinci hakkını kullanır. Buna da “Cura” denilir. Eğer ikinci haklarında bulurlarsa, sayıları yirmi bir olan ekibin bütün sayıları silinip sıfıra iner. Böylelikle galip olan taraf oyuna âdeta baştan başlar. Ancak, “yarıya” ya da “cura” hakkını kullanan ekip, eğer yüzüğü bulamazsa oyunu kaybeder. Bir sonraki oyunun yiyecekleri, çerezleri veya meyveleri yenilen ekibe yüklenerek geceye son verilir ve bir sonraki toplantıda buluşma temennileriyle gece sona erer (Sakaoğlu, 1985a, 99-105). (Ayrıca bk. Çocuk Oyunları*)

Belirli Gün ve Zamanlarda Yapılan Eğlenceler

Belirli gün ve zamanlarda yapılan eğlenceler, önceki bölümlerinde anlatılan heterojen kültürel yapının bir başka boyutudur. Kutlama mahiyetindeki bu eğlencelerin en önemli özelliği, yılın belirli bir gününde ya da zamanında yapılıyor olmasıdır. Mitolojik ve dinî kökenleri olan bu eğlencelere örnek olarak; Nevruz*, Hıdırellez* ve Şivlilik* verilebilir. Bunlardan Nevruz ve Hıdırellez çok geniş bir coğrafyada kutlanırken Şivlilik sadece Konya’ya özgüdür.

Konya’nın bugün yaşayan kültürünün iki temel ayırt edici özelliği bulunmaktadır. Bunlardan biri, Konya’yla özdeşleşmiş muhafazakârlık, diğeri de bu muhafazakârlıkla kısmen önemli zıtlıklar içeren eğlence hayatıdır. Muhafazakâr kültürün temelleri, Selçuklu Döneminden başlayarak Osmanlı Döneminde doruk noktasına ulaşan medreseleşme faaliyetlerine dayanmaktadır. Osmanlı’nın çöküş döneminde uzun yıllar süren savaşların, yoksulluğun ve disiplinsizliğin getirdiği başıboşluğun da etkisiyle sosyal hayatta gevşemeler baş göstermiştir. Bu dönemde, muhafazakâr kültürün ve ozan kültürünün içinde zaten var olan, ancak mümkün olduğunca eğlence amacıyla kullanılmayan müzik, şiir ve edebiyat eğlenceye dönüşmüştür. Eğlence hayatının geleneksel kuralları da giderek gevşemiş ve en sonunda asayişi zedeleyecek boyuta ulaşmıştır. Bu dönem, Konya folklorunun ve halk müziğinin geliştiği, buna bağlı olarak eğlence hayatının doludizgin yaşandığı bir kültürel dönem olmuştur. Hâlihazırda mevcut bulunan eğlence kültürü, her ne kadar dış etkilere maruz kalmaktaysa da Cumhuriyet Döneminde gelişen geleneksel kültürün izlerini taşımaktadır. Şüphesiz yeni kültürler ve yeni hayat tarzlarının etkisi, eğlence kültürünü olduğu kadar muhafazakâr kültürü de etkilemektedir. Ancak, günümüz modern zamanlarında söz konusu eğlence kültürünün örneklerinin bir bir kaybolduğu ya da kaybolmaya yüz tuttuğu da bir gerçektir.

Konya’nın geleneksel eğlence kültürü kitle iletişim araçlarının, özellikle de televizyonun gelişimine; yanı sıra büyüyen ekonomik kalkınmanın, kentleşmenin, küreselleşmenin, toplumun öteki alanlarındaki modernleşme eğilimlerinin sonucuna bağlı olarak kaybolmaya yüz tutmuş; elektronik kitle iletişim medyasının ortaya çıkışıyla eğlencenin tabiatı da değişmiş, eğlence ve oyun bir katılım faaliyetinden görsel bir gösteriye dönüşmüştür.

Konya'da eski bir barana

VEDAT ÇAKIR

BİBLİYOGRAFYA

  • Arabacı, 1998; a.mlf., 2003; Bayram, 1999; Gül-Bayram-Hakkoymaz, 2003; Horvath, 1996; Küçükbezirci, 1960; Küçükdağ, 1999; a.mlf.-Arabacı, 1999; Odabaşı, 1998; a.mlf., 1999; a.mlf., 2000; a.mlf., 2000b; Özönder, 1999; Sakaoğlu, 2000; Sakman, 1999; a.mlf., 1999b; a.mlf., 1999c; a.mlf., 2001; Sural, Konya, 1975, 11, 17, 18 Aralık; Es, Arşiv; Çakır, 2005.