KURUCU, ALİ ULVİ

(Hacı Veyiszade) (03.03.1922-03.02.2002) Din bilgini, edip, şair, mütercim.

Günümüzde Karatay ilçesine bağlı bir mahalle olan Sakyatan köyünde doğdu. Annesi Göçü köyünden Hacı Ali Ağa’nın kızı Sare Hanım, babası da Hacı Veyis Efendi’nin* oğlu İbrahim Efendi’dir (bk. Hacı Veyiszade Hacı İbrahim Efendi*). Babaannesinin arzusuyla Ali adını aldı. On altı yaşlarında iken Bedesten İçi’ndeki Ali Ulvi adındaki züccaciye mağazasından mülhem olarak Ali’nin yanına Ulvi’yi ekledi ve şiir yazmaya başlayınca bu kelime âdeta mahlası gibi oldu. Dedesi Veyis Efendi ve amcası Hacı Veyiszade Mustafa Sabri (Kurucu*) Efendi, Konya’nın ilmî hayatına hizmetleriyle ve halkın gündelik hayatı içerisinden dinin çıkmaması için yoğun çaba gösteren tanınmış simalardır. Annesi bir buçuk yaşındayken vefat eden Ali Ulvi Bey, babasının, ikinci annesi olarak nitelendirdiği teyzesiyle evlenmesinin çok isabetli olduğunu ve bu sayede öksüzlük çekmediğini hatıralarında kaydeder. Sakyatan’da imamlık yapan babası Şatır’da bu görevini sürdürünce çocukluğunun önemli bir kısmı burada geçti. Şatır’da, babasından Kur’an-ı Kerim okuyup, ilmihal bilgileri alarak eğitim-öğretim hayatına başladı.

1928 yılı başlarında geldiği Konya’da okulların açılmasını beklerken, yetişmesinde büyük katkısı olan dedesinden istifade edip, Darülmuallimat mezunu olan halası Hatice Hanım’dan (Hacce Hoca) da okuma-yazma öğrendi. Köprübaşı İlkokuluna kaydoldu. Okulundaki ilk dersinde okuyup yazdığı anlaşılınca ikinci sınıfa yükseltildi. Henüz iki aylık öğrencisiyken, çok eski olan okul binası yıkılma tehlikesi gösterince, Cevizaltı’ndaki Mahmut Şevket Paşa İlkokuluna naklolundular. 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren Harf İnkılâbı’yla birlikte yeni Türk alfabesine göre eğitim almaya başladı. Yeni düzene alışılabilmesi için aralıksız altı ay okula devam ettiyse de dedesinin özellikle dinî eğitim bakımından eksik gördüğü okul programını beğenmemesi üzerine eğitimini yarım bırakarak Şatır’a babasının yanına döndü. Babasının yanında Konyalı âlimlerden Cebbarzade Şükrü Efendi’nin tavsiyesiyle âdet olan cüz sonlarından değil de Kur’an-ı Kerim’in başından ezberleyerek hafızlığa başladı.

1930 yılı yazında Şatır’dan Konya’ya gelerek ailesiyle Cevizaltı semtinde Durak Fakı Mahallesi’nde Nuh Efendi Mescidi’nin bitişiğindeki eve yerleşti. Hafızlığını bitirdikten sonra babasından sarf ve nahiv, Kadir Şeyhzade Hafız Ali Efendi’den de kıraat dersleri almaya başladı. Bu arada her gün öğle ile ikindi arasında dedesi Hacı Veyis Efendi’nin evindeki ders ve sohbetlerine katıldı. 1933 yılında Hocası Ali Efendi’nin diğer hafızlarına mukabele okudukları Kapı Camii’nde başhafızlık yaptı. Tekke Mahallesi’nde babasının görev yaptığı mescitte müezzinlik yapmaya ve babasının her gün sabah ezanından sonra namaza kadar yaptığı sohbetlere katılmaya başladı. Bu arada gerek Konyalı gerekse İstanbul’dan gelen güzel okuyuşlu hafızları takip ederek hem okumasını hem de musiki bilgisini geliştirdi.

21 Haziran 1934’te soyadı kanunu çıkınca “Kurucu” soyadını aldı.

Eğitim hayatını sürdürerek babasında sarf ve nahivden sonra Arap gramerine dair temel eserlerden Kâfiye’yi tamamladı. Molla Cami’yi okumaya başlamaya fırsat bulamadan, 1937 yılının ortalarında görev yaptığı mescidin dükkânları satılınca maaşsız kalan babasının ortak olduğu toptan bakkal dükkânında çalışmaya başladı. Yeni düzenden memnun olmayan ve Konya’da çocuklarının iyi yetişeceği bir ortam kalmadığını düşünen İbrahim Efendi, Ali Ulvi Bey başta olmak üzere çocuklarının daha iyi yetişmelerine imkânlar sağlamak için hicret etmeye karar verdi. Bunun üzerine yurt dışında okumaya gitmek için pasaport talebinde bulundu. Talebi Kahire’deki Camiülezher’de okuması şartıyla kabul edildi.

Hicaz yolculuğu Romanya’ya ait Bükreş adlı gemiyle başladı. Yunanistan’ın Pire limanına uğradıktan sonra İskenderiye’ye ulaşan kafile, buradan trenle Kahire’ye gitti. Kahire’de Ezher’de okuyan Konyalı Mustafa Runyun Bey’i ziyaret eden Ali Ulvi Bey, daha sonra trenle Kahire’den Süveyş’e oradan da Cidde’ye geçti. Buradan da kum fırtınası sebebiyle sıkıntılı ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı (1939 Eylül sonları). İlk umresini yaptıktan sonra hac mevsimine kadar yaklaşık dört ay Konya delili Abdüllatif Efendi’nin evinde misafir oldu. O sene hac için Mekke’ye gelen Mustafa Runyun, Ali Ulvi Bey’i Ezher’de birlikte okumaya davet etti. Okuma arzusuyla Kahire’ye gitmek için babasını ikna eden Ali Ulvi Bey, 1940 yılı Şubatının ortalarında pasaportunda “Ezher’de tahsil için alınmıştır” ibaresine güvenerek vizesiz olarak Cidde’den gemiyle Süveyş’e gitti. Kendisini karşılamaya gelen Mustafa Runyun Bey’in çabalarıyla giriş vizesi almayı başararak birlikte Kahire’ye gittiler. Ezher Üniversitesine kaydolduktan sonra Türk öğrencilerin kaldığı Revakuletrak’a yerleşti. Ezher’de hocası Yozgatlı Mehmet İhsan Efendi tarafından hem medrese hem de dergâh olarak nitelendirilen “kısm-ı âmm” bölümüne girdi. Ezher’de aynı odayı paylaştığı Mustafa Runyun başta olmak üzere, Ali Yakup Cenkçiler, Ahmet Davudoğlu, İsmail Ezherli gibi daha sonra Türkiye’de dinî ilimler sahasında isim yapacak bir arkadaş grubu arasında yer aldı. Bu arada Kahire’de ikamet etmekte olan eski şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile Mehmet İhsan Efendi ve Zahit Kevserî gibi tanınmış kişilerin yakın çevresinde bulundu, onlardan ders aldı, sohbetlerinden yararlandı. Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey başta olmak üzere bir süre Mısır’da kalan Mehmet Akif Ersoy’un sohbetlerinde bulunmuş kimselerle görüşmeye özel önem verdi. O dönemde, Türkiye’ye geri dönüşünün üzerinden fazla zaman geçmeyen Âkif, hatıralarıyla Mısır’da hâlâ yaşamaktadır. Bu hatıralarla beslenen Ali Ulvi Bey, ileriki yıllarda İstiklal Marşı şairinin izinde şiirler söyleyerek “Âkif-i sânî’ unvanını alacaktır. Görüşüp sohbetlerinde bulunduğu kimseler arasında Karamanlı Ahmet Efendi, Miralay Nasuhi Bey, Miralay Sadık Sabri Bey Trabzonlu Sultan Hoca, Şeyh Yunus Buhari, Arnavut Eyüp Efendi, Filistin Müftüsü Emin el-Hüseynî, Kırımlı Yusuf Uralgiray, Hasan el-Benna, Mahmut Şakir sayılabilir. Beş yıla yakın bir süre devam ettiği Ezher’de “Ehliyye” adı verilen birinci kademe imtihanlarını başarıyla verdi. İkinci kademe olan “Âlimiyye” imtihanlarına hazırlanırken babası Hacı İbrahim Efendi’nin vefat haberini alınca (1945) tahsilini yarım bırakıp Medine’ye ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı.

Medine’ye döndüğünde ailesinin geçimini sağlamak için 1946 yılından itibaren Mescid-i Nebevî’nin yakınında tuttuğu küçük bir dükkânda hacılara kardeşi Ahmet Ziya Bey ile hazırladıkları mendilleri satmaya başladı. Hacdan önce bir, hacdan sonra da bir ay olmak üzere yapılan bu işten ailesinin geçimini sağlıyordu. 1947 yılında Konyalı mücavirlerden Hacı İbrahim Sandıkçı Efendi’nin kerimesi Fatma Hanım’la evlendi. 1952-1953’ten sonra harbin getirdiği sıkıntıların ortadan kalkması ve Suudi Arabistan ekonomisindeki gelişmeler Medine’ye dışarıdan gelen hediyelik eşyanın artmasını beraberinde getirdi. Bunun sonucu olarak mendil işi geçinmeye yetmeyince 1953 yılından itibaren Medine Maarif Müdürü Muhammet Sait Defterdar Bey ile birlikte çalışmaya başladı. 1955 yılından itibaren bir yıl ilkokulda Kur’an-ı Kerim, siyer ve yazı dersleri okutarak öğretmenlik yaptı. 1956 yılı ortalarında Medine-i Münevvere Evkaf Dairesinde İnşaat ve Sicillat Müdürlüğü görevine getirildi. 1960 yılında daha az maaşlı olmasına rağmen Sultan II. Mahmut’un inşa ettirdiği Mahmudiye Kütüphanesi’ne müdür oldu. 1975’ten itibaren Mahmudiye’nin yanında Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi’nin müdürlüğünü de üstlendi. 1982’de Mahmudiye Kütüphanesi Mushaf-ı Şerif Kütüphanesi’ne tahvil edilince kitapları Melik Abdülaziz adlı umumi kütüphaneye nakledildi. Bundan sonra Arif Hikmet Kütüphanesi’nin yanında bu iki kütüphanenin yönetimini de üstlendi. 1985 yılında emekli oluncaya kadar tek maaşla bu üç kütüphane yönetimini yürüttü.

Ali Ulvi Bey, gerek Medine’de yaşayan ve gerekse hac mevsimlerinde buraya gelerek uzun süreli Hz. Peygamber’in civarında bulunan kimselerle sohbetler eder ve kendilerinden istifade ederdi. Bunlar arasında Eğinli Hafız Hasan Efendi ile oğlu Mahmut Efendi, Mühürcü Fehmi Efendi, Dr. Abdürrahim Sağlam, Şeyh Abdülgafur el-Abbasi, Seyyit Hasan Fehim Efendi, Bozkırlı Molla Mehmet Efendi, Bursalı Mehmet Zahit Efendi, Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi, Ebül Hasen Nedvî, Erzurumlu Mustafa Necati Efendi sayılabilir.

Ali Ulvi Bey’in Medine’deki hayatında Konya doğumlu Saatçi Osman Efendi ile Şeyh Şamil’in torunlarından Sait Şamil Bey’in ayrı bir yeri vardır. Osman Efendi özellikle dinî ilimler sahasında kendisini geliştirmesine katkıda bulunurken, Sait Şamil Bey ile dünya ve Türkiye’deki siyasi gelişmeleri takip ederdi. Bu çerçevede şiirde hocası olan Mahmut Cevdet Bey ile Aziziye ve Kapı camilerinin duvarlarına güzel sesi ve tavrı sinmiş olan Hafız Zekai Efendi’nin ayrıca zikredilmesi gerekir. Zekai Hoca, Konya kültürünün Medine’de devam etmesi ve Ali Ulvi Bey’in musiki bilgisinin gelişmesinde önemli katkılar yapmıştır. Muhammed Hamidullah ile Hz. Peygamber’in bulunduğu mekânları gezmesi, Pakistan Cumhurbaşkanı Ziyaülhak başta olmak üzere pek çok devlet büyüğü ve politikacıyla birlikte hac yapması pek çok kişiye nasip olmayan ve İslam Peygamberi’nin civarında bulunmanın bir ayrıcalığı olmalıdır.

Hicret ettikten sonra Türkiye ile olan bağını hiçbir zaman kesmedi ve özellikle Türk hacılarıyla çok yakından ilgilendi. Dünyanın dört bir yanından gelen dostları da vardı. Hac günlerinde Konyalılarla görüşmekten ve bir arada olmaktan büyük zevk alırdı. Güçlü hafızasından dolayı yıllar sonra görüştüğü kimselere ince ve ufak ayrıntıları hatırlatır ve karşısındaki kimseler şaşkınlığa düşerdi. Bazen gelen kişilere sorduğu yakınlarını onlardan daha iyi tarif ederdi. Genelde Türkiye, özelde Konya hayatından hiç çıkmaz ve mümkün olduğunca hava durumuna kadar günlük takip ederdi. Dertlerle üzülür sevinçlere ortak olurdu ve hayırlı iş ve gelişmelere vesile olanları şükran ve hayırla anmayı hiçbir zaman ihmal etmezdi.

1985 yılında emekli olduktan sonra Türkiye’de daha uzun süre kalmaya başladı. Türkiye hayatı İstanbul Erenköy, Kastamonu-Çatalzeytin ile Konya’da geçiyordu. Amcası Hacı Veyiszade Mustafa Sabri Efendi’nin torunu Ahmet Ziya Küçükaşcı’nın Meram Ayanbey Mahallesi’ndeki evi, Türkiye’nin dört bir yanından gelen pek çok kimsenin Ali Ulvi Bey’in sohbetine katıldıkları bir mekân oldu. 1986-1996 yılları arasındaki Konya günleri bazen Ramazan ayına denk geliyor ve burada Enderun usulü denilebilecek aralarda ilahilerin okunduğu teravih namazlarını kıldırıyordu. Yaklaşık kırk sene Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinde hatimle teravih kıldıran Ali Ulvi Bey, teravih namazını hatimle kılmak mümkün olmadığında bu şekilde kılınabileceğini göstererek bu sayede cami musikisi başta olmak üzere pek çok geleneğin yaşatılabileceğine dikkatleri çekiyordu. Ramazan ve Kurban bayramlarında Konyalılar Hz. Peygamber’in komşusunu ziyaret ederek bayram kutlamalarına başlıyorlardı. Her Konya’ya geldiğinde başta Üçler olmak üzere bütün mezarlıkları ziyaret eder, Hz. Mevlâna’yı, Şems-i Tebrizî’yi, Sadreddin-i Konevi’yi ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Önceden dostu olan Ahmet Efendi için Ladik’e giderdi. Aynı şekilde aynı yıl içinde iki veya üç defa gelse bile dost ve akrabalarına mutlaka uğrar, çocukluğunun geçtiği Şatır, Sakyatan ve Göçü köylerini ziyaret ederdi. Kapı ile Sultan Selim camilerinde cuma ve bayram namazlarında vaaz verirdi. Amcasının adı verilen Hacıveyiszade Camii’ndeki bayram vaazı en çok heyecanlandığı konuşmalarındandı.

İbrahim ve Mustafa adlı iki oğlu ve Sare adlı bir kızı olan Ali Ulvi Bey 3 Şubat 2002’de Medine’de vefat etti. Ertesi gün Mescid-i Nebevî’de kılınan namazdan sonra Cennetülbaki’ye defnedildi.

Prof. Dr. Mustafa Kara Bey tarafından vefatına şu tarih düşürülmüştür:

“Konya’dan Kahire’ye sonra Mekke’ye gitti,

Sevgilinin yoluna yüzünü sürdü gitti,

Dil de çıksın söylesin vuslatın tarihini,

Hey dostlar, ‘Ali Ulvi Kurucu Dost’a gitti.”

Şahsiyeti: Göreni cezbeden yapısıyla insanlar üzerinde ciddi tesirler bırakan Ali Ulvi Bey, âşığı olduğu ve civarında bulunmaktan şeref duyduğu İslam Peygamberi’nin nezaket ve nezafetini sergileyen günümüzde pek örneği kalmamış olan bir Osmanlı efendisini temsil ediyordu. Aynı zamanda imanıyla, bilgi ve irfanıyla, ahlakıyla, kibarlık ve nezaketiyle, itidal ve basiretiyle Hz. Peygamber’in varisi olan bir edip ve âlimdi. Söze daima besmele ve hamdele ile başlar, Peygamber Efendimizi andığında mutlaka salat ve selam getirir, sohbetlerini ayet, hadis, büyüklerin sözleri ve örnek insanların menkıbeleriyle süslerdi. Namaz evde kılınacaksa mutlaka cemaatle kılar; başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerini Konya’da dedesi ve babasından gördüğü şekliyle yapmaya gayret ederdi. Mescid-i Nebevî’de namazını kıldıktan sonra yalnız başına veya beraberindekilerle birlikte mutlaka tespih çekerdi.

İslam medeniyetinin yeniden inşası, bu yüce amaca ulaşmada dinin ve insanın rolüyle, bu insanı yetiştirmenin yolu üzerinde dikkate değer düşünceleri olan Ali Ulvi Bey’e göre, hem bir ülkede yaşayan müminler hem de bütün İslam dünyası arasındaki birlik, bağımsızlığımızın, güçlenmemizin ve hepsinden önemlisi medeniyetimizi yeniden inşanın olmazsa olmaz şartları arasındadır. Ona göre dinî eğitim, sadece dinî bilgiler ve ilimler kazandırmakla kalmamalı, ahlak ve şahsiyet biçimlendirmesini de ihtiva etmelidir. Bugün Müslüman münevverlerin yapmaları gereken şey, İslam iman ve medeniyetine dayanarak Müslüman şahsiyetini yeniden inşa etmektir. Bu bakımdan İslami ve millî değerlere bağlı bir gençliğin yetişmesi idealini aile mirası olarak devam ettirmiş, şiiri yanında sohbetleri ve gazetelerde yazdığı yazılarını da böyle bir gaye için vasıta yapmıştır.

Edebî Şahsiyeti: Edebiyat ve şiire olan eğilimi Ezher’deki öğrencilik döneminde içine girdiği ortamda belirginlik kazanmış, Türk edebiyatı ve aruz dersleri aldığı Mehmet İhsan Efendi gönlündeki şiir yazma arzusunu canlandırmıştır. Türk, Arap, Fars ve Fransız edebiyatları hakkında sohbet ve değerlendirmelerin yapıldığı Kahire edebiyat çevrelerinde insanların Mehmet Akif’e olan hayranlığı onu da etkilemiş, hatta Mehmet Akif gibi şair, Cenap Şahabeddin gibi yazar olmak arzusuyla sık sık niyazda bulunmuştur. İlk şiir denemelerine Mısır’da başlamış ve Victor Hugo, Lamartine gibi Fransız şairlerinden Türkçeye çeviriler yapan Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey, şiirde ilk üstadı olmuştur. Medine’ye döndükten sonra şiirde hocası felsefe ve psikoloji muallimi 1947’de çıkardığı Doğan Güneş dergisinde hem fikir hem de aksiyon adamı olarak ünlenen Mahmut Cevdet Bey olmuştur. “Türk Gençliğine” unvanlı 72 mısradan oluşan şiirle başlayan şairliği bundan sonra hiç hız kesmeden sürmüştür. Dr. Ali Kemal Belviranlı’nın 1950’de İstanbul’da çıkarmaya başladığı İslâm’ın Nûru adlı dergide arka arkaya şiirleri yayımlanmıştır. Şiir yazmaya başladığı yıllardan itibaren Rıza Tevfik başta olmak üzere bazı önemli edip ve şairlere mektuplar yazarak bazı şiirleri hakkındaki görüşlerini sormuştur. İslâm’ın Nûru dergisinde yayımlanan şiirleri Dr. Ali Kemal Belviranlı’nın redaksiyonundan sonra önce Nurdan Sesler, daha sonra da Gümüş Tül unvanlarıyla bir araya getirilmiştir. Tamamı aruzla yazılmış bu şiirler yenilerinin ilavesiyle Gümüş Tül ve Alevler adıyla yeniden basılmıştır. Ali Ulvi Bey şiirlerinin ilk yazıldığı şekliyle yayımlanması ümidini şu sözlerle kayıt altına almış olduğu burada belirtmelidir: “Tabii Ali Kemal Bey, bütün bunları, benim kendisine tanıdığım tam salahiyete dayanarak icra etmişti. Fakat insan şiirlerinin kendi hislerinden doğan ilk şekillerini unutamadığı için, fakir yine onları okurken, ilk şekilleriyle okumaktayım. Sohbet veya mülakat ve yazılarımda kendi şiirlerimden yaptığım nakiller, o sebeple kitaptakilerden farklı olmaktadır.”

Daha çok Mehmet Akif tarzını sürdüren dinî ve millî muhtevalı bu manzumeler o dönemde geniş okuyucu kesimlerince ilgiyle karşılanmıştır. Uzun yıllar Kahire ve Medine’de yaşamasına rağmen Türk edebiyatı ile yakından ilgilenmesi, farklı şairlerden birçok şiir yanında Safahat’ın tamamını ezberinde tutacak kadar kuvvetli bir hafızaya sahip olması, şiir zevkinin oluşum yıllarında beraber olduğu son Osmanlı aydınlarından aldığı dil terbiyesi onu ana dilinin tabii yapısı içinde tutmuştur. Ona göre ilahi tecellilere erişmiş şairlerce dile getirilmiş duyulan ve hissedilen şey olan şiir, Kur’an-ı Kerim’de de vurgulandığı gibi, meçhule giden, ufku hicranlarla dolu, ümitsiz ve emelsiz bir yol değil, bilakis baharında hazan olmayan yemyeşil cennetlerin gül bahçelerine çıkan nurlu bir merdivendir.

Türk musikisi ile ilgilenmeyi Medine-i Münevvere’ye mücavir olduktan sonra da sürdürmüş ve bu konudaki gelişmeleri sürekli takip etmiştir. Özellikle Konya’da cami musikisi başta olmak üzere bu alanda unutulan pek çok uygulamayı anlatarak veya yazarak bizlerin ve bizden sonraki nesillerin bunlardan haberdar olmasını sağlamıştır. “Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’an”, “Derdimendim ya Resûlellah, devâ ol derdime”, “Ey âşık-ı dîdâr, ulu yezdâna gönül ver”, “Bülbüller sazda”, “Mevlâm sana ersem diye”, “Âşık-ı Yezdan” gibi bazı şiirlerinin Sadettin Kaynak, Zeki Altın, Ali Kemal Belviranlı, Fevzi Özçimi, Bekir Sıtkı Sezgin, Hüseyin Sebilci ve Tahir Karagöz tarafından bestelenmiş olmasından çok mutluydu.

“Hicranla sönen demleri yâd ettiren âhın” (hicazkâr), “Sular çağlar, öter kuşlar, şakır gülşende bülbüller” (hüseyni) gibi güftelerini şarkı formunda besteleyen ve kendisini dinlemekten büyük zevk aldığı Bekir Sıtkı Sezgin Bey’in aniden vefat etmesi en çok üzüldüğü olaylardandı. Cinuçen Tanrıkorur’un, “Tâ ezelden demek uşşâka mukadder bu çile” (bayatiaraban), “Ben bir gün ölürsem sana hasret yaşamakla” (hüzzam), “Hislerle murassâ ve hayallerle müzeyyen” (şehnaz) şiirlerinden bir demeti şarkı formunda Amerika’da bestelemiş olduğu haberinden çok mutlu olmuştu.

Geleneksel kültür içerisinde yoğrularak yetişen dedesi ve babası başta olmak üzere pek çok âlimin ders ve sohbetlerine katılan Ali Ulvi Bey Medine-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra da öğrenmeyi sürdürmüştür. Kütüphaneciliği sırasında Arapça, Farsça, Türkçe kaleme alınmış çok sayıda yazma eseri tanıyarak tasnifini yapması entelektüel birikiminin artmasına önemli katkılar yapmıştır. Kahire, Medine ve Mekke üçgeninde devam eden hayatında geleneksel kültürü muhafaza ederek birikimini genişletme konusunda da önemli örneklerden birisidir. Dedesi Hacı Veyis Efendi’nin mücadele ve çabasını amcası Mustafa Sabri Efendi Konya’da kalarak Ali Ulvi Bey de Medine’ye hicret ederek sürdürmüşlerdir. Çünkü Hacı Veyis Efendi çocuklarına dün olduğu gibi bugün de Müslümanların bir medeniyet davalarının olduğunu ve bunun yeniden ayağa kaldırılması gerektiğini öğretmiştir. İslam dünyasında birliğin, gücün ve yeni bir cihat hamlesinin rehberi olarak düşündüğü Faslı Şeyh İbrahim b. İdris Senusi’nin en-Nûrü’l-lâmi unvanlı kitabını, Asırlar Boyunca Parlayan Nur adıyla tercüme etmesi de dedesinden öğrendiği hayatta yaptığı her işin ait olunan medeniyette bir karşılığının mutlaka olması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Ebü’l-Hasan en-Nedvî’den, Büyük İslâm Şairi Dr. Muhammed İkbal, Zulmeti Yıkan Nur unvanlı yayımlanmış tercümeleri ile Abbas Mahmud el-Akkad’dan çevirip şerh ettiği Yirminci Asır Mütefekkirlerinin Hakkı Arayışı adlı yayımlanmayı bekleyen eseri de bu çerçevede düşünülmelidir.

Ali Ulvi Bey, Osmanlı klasik sohbet geleneğinin son temsilcilerinden olduğunu 1990’lı yıllardan itibaren katılmış olduğu radyo ve televizyon sohbetlerinde fark ettirdi. Ömrünün büyük bölümünü Türkiye dışında geçirmiş olmasına rağmen zengin kelime hazinesi, güzel söz söyleme ve yazma istidadı, farklı meşrep ve kuşaktan insanlara anlaşılır ve cazip gelmesi ona has olan özelliklerdendi. Geniş hafızasının yanına engin Peygamber muhabbeti anlaşılmasında ve etkili olmasında rol oynamıştı. Dinlerken olduğu gibi yazarken de anlaşılırdı. Şiirlerinin yanında kaleme aldığı bazı yazıları Türk edebiyatının klasikleri arasındaki yerini almıştır. Çocuk yaşlarda canlı olarak şahit olduğu ezanın asli şeklinin dışında okunmasından çok etkilenmiş ve gurbetteki hayatında işittiği ezanın aslî şekliyle vatanında ne zaman okunacağını hep özlemle beklemiştir. Ezanın asli şekliyle yeniden okunmaya başlandığı yıllarda kaleme aldığı “Medîne-i Münevvere’de Bir Sabah Ezanı” adlı yazısı bunlardandır. Harem-i Şerif’in meşhur müezzinlerinden Mahmut Numan’ın okuduğu ezanı dinlerken daldığı düşünceleri, Bilal-i Habeşî’nin Medine’de okumaya başladığı fakat tamamlayamadığı son ezanı ile bazı mısralar aktardığı Mehmet Akif’in “Ezanlar” şiiriyle bir bağ kurarak büyük bir his ve heyecan dolu bir lirizm içinde anlatır. Aynı şekilde Ali Ulvi Bey’in 1957’de Atıf Ural’ın teklifiyle Said-i Nursi için hazırlanan Tarihçe-i Hayat adlı kitaba yazdığı ön söz en güzel nesir parçalarından biri kabul edilmiştir. 1987-1990 yılları arasında Zaman gazetesinde çıkan yetmiş kadar yazısı ile bazı gazete ve dergilerdeki dört konuşması, Gecelerin Gündüzü unvanlı eserde bir araya getirilerek yayımlanmıştır.

Sağlığında kendi ağzından derlenen hatıraları M. Ertuğrul Düzdağ* tarafından üç cilt hâlinde yayımlanmıştır. Dördüncü ciltle birlikte tamamlanacak olan Konya’nın özellikle de Osmanlı ülkesinin yakın tarihinin söz konusu olduğu bu eser geniş kitlelerce büyük ilgi görmüştür. Kitap, İslam dünyasının son yüzyılını; Müslüman âlemin beş önemli kültür, bilim ve siyaset merkezi olan Konya, İstanbul, Mekke, Kahire ve Medine’yi dinî, siyasi, iktisadi ve içtimai açıdan ele alıp incelemektedir. Eserde ömrünün büyük bir bölümünü Medine’de geçiren bir kişinin gözüyle dikkat çekici ve uyarıcı bir şekilde, insanların metafizik dünyalarının boşaltılarak yerine bir şeyin konulmadığına, geleneksel kültürden kopuşu ve yozlaşmayı temsil eden anlayışa, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun değil “imparatorluk kültürünün” tasfiyesine canlı olarak şahit olunmaktadır. Dedesi Hacı Veyis Efendi’den son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye kadar hayat ve mücadelelerinde ilim, aşk, sabır ve fedakârlık, güzel ahlakı ön planda tutan ve iç içe oldukları halka hizmeti din borcu bilen çok sayıda insandan haberdar olmamızı sağlayan bu eserde hem 56 yıllık bir ömrü kapsayan Medine’nin aşkı ve kokusu, hem de genelde Türkiye ekseninde Konya özlemi yer almaktadır.

Ali Ulvi Kurucu

MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞCI

BİBLİYOGRAFYA

  • Kurucu, 1990; Düzdağ, 2007, I, II; a. mlf., 2009, III; Arıkan, 2003; Kurucu, 2002.