MEVLÂNA CELALEDDİN MUHAMMED

Mevleviliğin kurucusu ünlü bilgin ve mutasavvıf. (30.09.1207-17.12.1273)

Dünyada Mevlâna, Mevlevi ve Rumi kısa adlarıyla anılan büyük mutasavvıf, bilgin ve şair Celaleddin Muhammed’in babası, Sultanululema Bahaeddin Veled, annesi Mümine Hatun’dur. Adı Muhammed, lakabı Celaleddin’dir. Bütün kayıtlara göre babası da aynı adı taşımıştır. Dedesi Hüseyin’in lakabı da Celaleddin’dir. Doğduğu şehre nispetle “Belhî (Belhli)” sıfatı, bilhassa ilk kaynaklardan itibaren babası ve kendisinin adlarının yanında yer almıştır. İlk çocukluk döneminin dışındaki yıllarının hemen tamamını, o asırlardaki isimlendirmeyle “Diyâr-ı Rûm”da geçirdiği ve bu bölgedeki Konya’yı vatan edindiği için “Rûmî” (Rum ülkesinden; Anadolulu) ile “Konevî (Konyalı)” sıfatları da onun için kullanılmıştır.

“Efendimiz” anlamındaki bilginler için kullanılan Mevlâna lakabı, Celaleddin Muhammed’le birlikte özel bir isme dönüşmüştür. Ayrıca Hüdavendigâr, Hünkâr, Hazret-i Mevlâna, Şeyh, Molla-yı Rumi ve Hazret-i Pir lakap ve unvanlarıyla anılmıştır. “Hazret-i Mevlâna” ve “Hazret-i Pîr” saygı hitapları, Mevlevi çevrelerinde ve Anadolu’da daha çok tercih edilmiş, bugün İran ve Pakistan’da “Mevlevî”, Batıda “Rûmî” lakapları, onu anmak için yeterli olmaktadır.

Mevlâna’nın biyografisi ile ilgili bazı tarihler ve olaylar üzerinde farklı rivayetler ve görüşler bulunmaktadır. Mesela soyu, ailesinin Belh’ten hicret ettiği yıl, bu hicretin sebepleri, Konya’ya varış güzergâhı, bu esnada görüştükleri şahıslar ve Şems-i Tebrizî’nin ortadan kayboluşu gibi hususlar bu türdendir. Bilgiler genel olarak Sultan Veled’in İbtidânâme’sine, Sipehsalar’ın Risâle’sine ve Eflâkî’nin Menâkibu’l-ârifîn’ine dayandırılır. Bu eserlerde, özellikle Menâkibu’l-ârifîn’de diğerleriyle çelişen ifadelerin bulunması zikredilen farklılıklara zemin hazırlamıştır.

Mevlâna 30 Eylül 1207’de (6 Rebiyülevvel 604) Afganistan’ın kuzeyindeki Horasan bölgesinin önemli bir tarihî şehri olan Belh’te doğduktan sonra babasıyla Vahş ve Semerkant şehirlerinde bulundu. Babası, Belh’ten göç etmeye karar verdiğinde kafiledeki Mevlâna, beş yaşlarındaydı. Önce hacca gitmek niyetiyle hareket eden kafile Nişabur, Bağdat, Mekke, Medine ve Şam güzergâhıyla Anadolu’ya geçerek Malatya ve Erzincan Akşehir’e ulaşıp, bu iki yerde bir yıl veya daha fazla, muhtemelen Akşehir’de dört yıl geçirdikten sonra Larende’ye (Karaman) vardığında Mevlâna, on beş yaşındaydı (619/1222). Burada, kafilede yer alan Semerkantlı Lala Şerefeddin’in kızı Gevher Hatun’la evlendi (1225). Evliliğin hemen ilk yıllarında Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi dünyaya geldi. Karaman’da yedi yıl kadar süren ikamet esnasında tahsil için Halep ve Şam’a giden Mevlâna, annesi Mümine Hatun ile ağabeyi Alâeddin Muhammed’i ve büyük ihtimalle eşi Gevher Hatun’u burada kaybetti. Aile, rivayetlere göre Sultan Alâeddin Keykubat’ın ısrarlı davetleri üzerine 1229’da Konya’ya intikal etti. Mevlâna yirmi dört yaşındayken 1231 (629) yılında babası Baha-i Veled Konya’da vefat etti. Tekrar Halep ve Şam’da geçirdiği tahsil yılları veya yolculukları dışında sürekli Konya’da yaşayan Mevlâna hicri takvime göre altmış sekiz, miladi takvime göre altmış altı yaşında bulunurken 17 Aralık 1273 (5 Cemaziyelahir 672) günü Hakk’a kavuştu. Sultan Bahçesi’nde babasının mezarıyla oluşmaya başlayan kabristan, onunla Türbe-yi Şerife dönüştü. Daha sonra bu yapı, müştemilatıyla birlikte oğlu Sultan Veled’in ihtimamıyla kurumlaşan Tarika-i Mevleviye’nin (Mevlevi tarikatı, Mevlevilik) Asitane’si hâline geldi.

Mevlâna’nın üç oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Büyük oğlu Bahaeddin Muhammed’in ve ondan bir veya iki yaş küçük -bazı bilgilere göre belki de büyük- oğlu müderris Alâeddin Muhammed’in (ö. 1262) anneleri, Semerkantlı Şerefeddin’in kızı olan Gevher Hatun’dur (ö. 1229’dan önce, Karaman). Diğer oğlu Selçuklu sarayında hazinedarlığa kadar çeşitli görevlerde bulunan Muzafferüddin Emir Âlim (ö. 1277) ve kızı Melike Hatun’un (ö. 1306) anneleri ise Gevher Hatun’un vefatından sonra evlendiği Konyalı Kira Hatun’dur (ö. 1292). Mevlâna’nın evladı, kendisinin ve babasının yanlarında metfundur.

Mevlâna’nın anneannesi tarafından ünlü Hanefî fakihlerinden Şemsüleimme Muhammed-i Serahsi’ye (ö. 1097) ulaştığı, babaannesiyle Harezmşahlardan olduğu ve baba tarafından ilk halife Hz. Ebu Bekir’e bağlandığı yönündeki bilgiler, bazı eserlerde yer almasına rağmen, kendisinin ve Sultan Veled’in eserlerinde bulunmamaktadır.

Mevlâna’nın hayatı boyunca yanında ve çevresinde pek çok kişi bulunmuştur. Bunlar arasından ilk olarak anılması gereken kişi, babasının müridi Seyyid-i Sırdan (sır bilen) lakaplı Şeyh Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizî’dir. Daha önce ailenin yanında bulunan ve çocukluk yıllarında Mevlâna’nın lalası olan Seyyit, bu ikinci buluşmada artık şeyhinin yirmi beş yaşındaki oğlu için hoca ve şeyh konumundaydı. Onların beraberlikleri bir arada ve ayrı mekânlarda dokuz yıl sürdükten sonra Seyyit’in Kayseri’deki hayata vedasıyla nihayete erdi (ö. H 638/1240-41).

Mevlâna’nın mana ve irfan dünyasındaki ilerleyişi otuz yedi yaşındayken yeni bir çehreye büründü. Mesnevi’sinde ve gazellerinde hep andığı Şemseddin-i Tebrizî, Konya’ya ilk olarak 29 Kasım 1244 günü geldi. Mevlâna’nın bütün zamanını Şems’le geçirmesine üzülen ve kızan bazı müritler, on altı ayı biraz aşan bir süre sonra onun Konya’dan ayrılmasına yol açtı. Bu gizli kaçışın Mevlâna’yı son derecede etkilediğini ve kendilerine yakınlaştırmadığını gören müritler, Mevlâna’dan af diledi. Ancak Şems, on beş ay kadar sonra H 644’te (1246-47) kendisini bulup getirmesi için Mevlâna’nın Şam’a gönderdiği oğlu Sultan Veled’le geri dönse de benzer sebeplerle altı ay kadar sonra H 645 (1247-48) yılı içerisinde tamamen kayboldu. Menâkıbü’l-ârifîn sahibi Eflaki’nin, Şems’in kayboluşuyla ilgili ifadelerinden biri şöyledir: “Şemseddin’in kaybolup gizlendiği tarih 645 (1247) yılının Perşembe günüdür.” Şems-i Tebrizî’yi, Mevlâna’nın oğlu Alâeddin Çelebi’nin de aralarına karıştığı söylenen bir grubun öldürdüğü rivayeti pek genel kabul görmemiştir. Olayların yirmi iki yaşındaki canlı şahidi Sultan Veled, eserlerinde herhangi bir öldürme olayından hiç söz etmemektedir. Babasından önce vefat etmiş olan Alâeddin Çelebi, Türbe içinde dedesinin yanına defnedilmiştir.

Tebrizli Şems’ten bir zaman sonra Mevlâna kendisine “naip ve halife” olarak Konyalı kuyumcu Şeyh Selahaddin’i seçti. Babasının halifesi Seyyit Burhaneddin-i Muhakkik’e bağlanmış ve ondan hilafet almış olan Konyalı Kuyumcu Selahaddin de müritlerce, Şems’e nazaran bilgisiz görülerek hoş karşılanmadı. Mevlâna içinse o artık özel bir konumdaydı. Mevlâna Şeyh Selahaddin’le on yıl bir arada bulundu ve bu arada oğlu Sultan Veled’i Şeyh’in kızı Fatıma Hatun’la evlendirdi. Şeyh Selahaddin 29 Aralık 1258 günü vefat etti.

Bundan sonra Mevlâna’nın yanında, Mesnevî’nin yazılmasına aracı olan Çelebi Hüsameddin bulundu. Mevlâna’nın eserlerinde Şemseddin’den sonra üstün sıfatlarla en çok andığı ikinci kişi olan Ahi Türkoğlu Hüsameddin Hasan onun hemdem ve halifesi olarak büyük kabul gördü. 1273 yılının son günlerine kadar uzanan bu yıllar, Mevlâna ve çevresindekiler için huzurlu ve verimli yıllar oldu.

Mevlâna, Selçuklu devlet adamları tarafından büyük saygı gördü ve varlığından istifade edildi. Sultan İzzeddin II (saltanatı -müstakil ve müşterek olarak-: 1246-1249, 1249-1254, 1257-1259, 1259-1262) ve Sultan Rükneddin Kılıçarslan IV (saltanatı -müşterek ve müstakil olarak-: 1254-1257, 1259-1262, 1262-1266) Mevlâna’yı ziyaret eder ve sohbetlerine iştirak ederlerdi. Rükneddin Kılıçarslan Mevlâna’nın müridiydi ve “oğul” diye hitap ettiği kişilerdendi. Eflaki, eserinde birçok yerde sultan ve devlet adamlarının katıldığı sohbet ve sema gösterilerinden söz etmektedir.

On beş yıl devletin hâkimiyetini elinde tutan Muineddin Pervane (ö. 1277), Mevlâna’ya son derece hürmet göstermiş ve onun için ziyafetler ve sohbetler düzenlemiştir. Mevlâna, Fîhi Mâ Fîh’indeki sohbetlerin ekserisini onun evinde ve ona hitaben söylemiştir. Pervane’nin hanımı Gürcü Hatun da büyük bağlılık içerisindeydi. Müstevfilik (maliye bakanlığı), vezirlik ve atabeklik görevlerinde bulunmuş olan Pervane’nin damadı Mecdeddin Atabek (ö. 676/1277), ünlü vezir Sahip Ata Fahreddin Ali’nin (ö. 687/1285) yanı sıra Sahip Şemseddin, Alameddin Kayser, Taceddin Mutez, Celaleddin Karatay, Hatiroğlu Şerefeddin Mesut ve Emineddin Mikail gibi birçok devlet adamı, Mevlâna’yı sık sık ziyaret eder, kimi zaman mektuplarla ulaştırdığı ricalarını yerine getirirlerdi.

Hanefi fakihleri arasında anılan Mevlâna ilim tahsiline çocukluk yaşlarında babasının yanında başladı. Mevlâna, biri babası hayattayken Karaman’daki ikamet yıllarında olmak üzere en az iki ayrı dönemde tahsil amacıyla Halep ve Şam’da yıllar geçirdi. Yirmi dört yaşında babasını kaybettiğinde bilgisi ve özellikleri sebebiyle onun yerini alması istendiğine göre tahsilini önemli ölçüde tamamlamış olması gerekirken, hocası ve şeyhi Seyyit Burhaneddin onu yirmi beş yaşından sonra tekrar bu şehirlere tahsile gönderdi. Seyyit, Mevlâna’nın gerek ilmî ve gerekse tasavvufi eğitiminde önemli bir yere sahiptir. Mevlâna, Halep ve Şam’daki tahsil yıllarında birçok bilginden ders almış olmalıdır. Kaynaklarda Halep’teki hocası olarak ünlü Hanefi fakihi Kemaleddin b. el-Adim’in adı sıkça anılmaktadır. Her iki şehirdeki tahsil yılları muhtemelen yedi yıl kadar sürmüştür.

Mevlâna, ailesinin ve kendisinin taşıdığı özellikler sebebiyle bir arada bulundukları dışında elbette birçok bilgin ve arifle görüşmüştür. Kaynaklara göre, Mevlâna Şam’da bulunduklarında Şeyh Muhyiddin-i Arabî, Sadeddin-i Hamevî, Şeyh Osman-ı Rumi, Evhadüddin-i Kirmani, Sadreddin-i Konevi ile sohbet etmiştir. Konya’da onun zamanında bulunmuş olan ve görüştüğü önemli zevat arasından isimleri öne çıkanlar, şunlardır: Konyalı Sadreddin (ö. 1274), Şirazlı Kutbeddin (ö. 1310), Fahreddin-i Iraki (ö. 1289), Şeyh Necmeddin-i Razi (ö. 1256), Urmiyeli Kadı Siraceddin (ö. 1283), Hintli Safiyyeddin (ö. 1315).

Müstakil bir Kur’an tefsiri yazmamış veya hususen kadılık görevinde bulunmamış olsa da Mevlâna için müfessir ve fakih sıfatları kullanılmıştır. Mutasavvıf kişiliğinin yanında ayrıca âlim, müderris ve müftü gibi sıfatlarla anılmış olan Mevlâna üç bin kadar ayeti eserlerine aynen veya anlam olarak yerleştirmiştir. Yararlandığı hadisler de önemli sayıdadır. Osmanlı uleması onun bu özelliklerini takdir edip ona hürmet göstermiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk resmî şeyhülislamı kabul edilen Molla Fenari (ö. 834/1431), Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî adlı risalesinde Mevlâna’yı muhakkik, arif, şeyh ve velilerin kutbu gibi sıfatlarla tanıtmaktadır. Ünlü bilgin ve Osmanlı şeyhülislamlardan Kemal Paşazade (ö. 940/1534) birçok risalesinde, özellikle tasavvufi ve ahlaki meseleleri ele alırken Mevlâna’nın düşüncelerinden yararlanmıştır. Ünlü bilginlerden Taşköprüzade İsameddin Ahmet Efendi’nin (ö. 1561) Miftâhü’s-sa’âde isimli Arapça eserini Mevzû’âtu’l-’ulûm adıyla tercüme eden kazasker oğlu Kemaleddin Efendi (ö. 1621) bu eserde şöyle demektedir: “Ve yine ulemâ-i kibâr ve meşâyih-i celîlü’l-mikdârdandır ki mezheb-i Hanefîye anınla müşerref ve pür-envâr olmuşdur, Hazret-i Mevlâna Celâleddîn el-Konevîdir”.

Mevlâna, babasından miras aldığı tasavvufî geleneğe bağlı bir sufî olarak daha önce yaşamış Bayezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi, İbrahim-i Edhem, Hallac-ı Mansur, Maruf-i Kerhî, Şiblî, Dekuki ve Ebu’l-Hasan-i Harakani gibi sufileri eserlerinde çokça anmış, onlardan sözler aktarmış ve davranışlarından örnekler sunmuştur. Mevlâna’nın zikir silsilesi ise, Menâkibu’l-ârifîn’de şu şekilde sıralanmaktadır: Seyyit Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizî, Bahaeddin Veled, Şemsüleimme Abdullah-i Serahsi, Hatib-i Belhî, Ahmed-i Gazzali, Ebu Bekr-i Nessac, Muhammed-i Zeccac, Şiblî, Cüneyd-i Bağdadi, Seriyy-i Sakati, Maruf-i Kerhî, Davud-i Tai, Habib-i Acemî, Hasan-i Basri, Hz. Ali ve Hz. Peygamber.

Mevlâna’nın Arapça gazel ve beyitler de barındıran Farsça eserlerinde az da olsa Türkçe, daha az sayıda Rumca beyit ve ifadeler yer almaktadır. Bilgilendirici ve öğretici bir yol izlediği Mesnevî’si yaklaşık 26 bin beyit olup özellikle ilahi aşkını, gönül derdini lirik şiirin imkânlarını kullanarak anlattığı Dîvân-ı Kebîr’i 40 bin beyit kadardır. Düzyazı eserleri Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât ise 500 sayfa büyüklüğündedir. Fîhi Mâ Fîh, Mevlâna’nın çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmaları ve sorulan sorulara verdiği cevapları içermektedir. Mecâlis-i Seb’a ise Mevlâna’nın yedi vaazının yakın çevresi tarafından kaydedilip bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Mektûbât’ında, çeşitli devlet adamlarına, ilim erbabına, şahıslara ve oğullarına yazdığı 150 kadar mektup yer almaktadır.

Mevlâna’nın bütün eserlerindeki ana fikir ve bakış tarzı hemen aynıdır denebilir. Dîvân-ı Kebîr’de kimi manzumelerde ilave özellikler bulunduğu söylenebilse de farklı özelliklerden bahsedilemez. Gazellerinde eğitici-öğretici beyitler olduğu gibi, Mesnevî’sinde de heyecan ve coşku dolu beyitler az değildir. Ayrıca bütün eserlerinin arasında bilgi, söyleyiş ve üslup açısından var olan beraberlikler çok belirgindir. Söz başlarındaki edebî girişler dışında sözündeki açıklık ve içtenlik, konuşma diline olan yakınlık eserlerinin ortak özelliğidir.

Mevlâna zamanına ulaşan edebî gelenekten ciddi bir şekilde yararlanmıştır. Eserleri üzerinde araştırma yapanlar onun kendinden önceki şairlerin Arapça ve Farsça şiirlerini çokça okuyup onlardan yararlandığını belirtmektedir. Arap edebiyatından Mütenebbi, Adî b. Ruka’, Ebu Nuvas, Lebid b. Rabia, İran edebiyatından ise Senai ve Attar başta olmak üzere Kisai, Rudekî, Firdevsî, Nizami, Hakani, Muciruddin-i Beylekani, Vatvat, Edib Sabir, Fahr-i Gurgani gibi şairler, Mevlâna’nın bu yönüne işaret edilirken sıralanmaktadır.

Mevlâna’nın şiirinin özellikleri üzerinde durulduğunda Farsça şiirdeki Horasan ve Irak üsluplarından bahis açılmaktadır. Onun şiiri, Horasan üslubu veya Türkistan tarzı diye bilinen Moğol öncesi Horasan ve Maveraünnehir şairlerinin üslubunun özelliklerini taşımaktadır Ancak kelime ve cümle yapıları itibariyle Horasan üslubunun özellikleri Mevlâna’nın şiirinde öne çıksa da bazı dil özellikleriyle muhteva ve anlam zenginliği itibariyle Irak üslubuyla buluştuğu noktalar bulunmaktadır. Bu sebeple onun şiirinin bilhassa anlama dönük özellikleri Irak üslubuyla açıklanabilmektedir.

Mevlâna’nın şiiri, genel üslup özelliklerinin yanında kendine ait hususiyetlere de sahiptir. Onun şairlik amacıyla şiir söylemediği, şiirine özen gösterip beyitlerini süslemediği, vezin ve kafiyeye takılıp kalmadığı araştırmacılarca hep söylenegelmiştir. O, çok iyi bildiği edebî geleneği pek önemsememiştir. Kullanılmayan bazı kelime ve tabirler onun şiirinde yer bulmuştur. Şiirin, kafiyenin ve veznin kayıtlarından rahatsız olduğunu, kendisi dile getirmiştir. Hatta kendi ifadesiyle filozof da değildir, şair de. Ancak bütün bunlara rağmen ve bunlarla birlikte onun şiiri aşkla, coşkunlukla, şiiriyetle, fikirle, hikmet ve irfanla iç içe benzersiz bir şiirdir.

İlimle tasavvufi tecrübenin buluştuğu Mevlâna, sahip olduğu şairlik kabiliyetiyle birlikte hem düşünce, hem de anlatımda benzersiz bir güce erişmiştir. Dardan genişe doğru varlık âlemi, hayal âlemi ve yokluk âlemi diye vasıflandırdığı âlemlerin en genişine doğru ilerlemede ve heyecanını dile getirmede şairlik hususiyeti ona yardımcı olmuş olmalıdır. Sahip olduğu bilgi ve kabiliyetle o, Farsça şiirdeki ilk büyük mutasavvıf şair Senai’nin (ö. 525/1131) ve ünlü Attar’ın (ö. 618/1221) açtığı çizgide ilerleyerek bu yolun en güçlü siması olmuştur. Mevlâna gerçekte fikirleriyle, şiirdeki tercihleriyle ve aynı zamanda az sayıdaki Türkçe mısraları ve ifadeleriyle Anadolu’daki Türk şiirinin kaynağında yer edinmiştir.

Mevlâna’nın yaşadığı XIII. asırda artık şiir Doğuda insani ve ilahi aşkı merkez edinmiş, Mevlâna ile de en güzel örneğini kazanmıştı. Şiir, Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in tercih ettiği bakış ve tercihle Anadolu’da sultan, bilgin, sufi, müderris, kadı ve benzeri bütün çevrelerce meşgul olunan bir alan hâline gelmiştir. Saraylarda “Emîrü’ş-şu’ârâ” unvanıyla yer alan ve maiyetinde başka şairler bulunan şair kimliği, özellikle Anadolu’da bu tercihlerden sonra pek görülmez olmuştur.

Şiiriyet anlam, lafız ve ahengi güzelleştirmeyi sağlarken, şiire ait vezin, kafiye ve kalıp engel çıkarır gibi görünmektedir. Mevlâna bu yönde serzenişlerde bulunmakla kalmayıp gerçekte şiiri küçümser ifadeler de kullanmıştır. Fîhi mâ fîh’te “... yanıma gelen şu dostların canları sıkılır korkusuyla şiir söylerim, onunla oyalanmalarını dilerim. Yoksa ben nerdeyim, şiir nerde? Vallahi şiirden usanmışım ben; bence şiirden beter bir şey yok…” ifadelerine yer vermiştir. Bu ve aşağıdaki ifadeler Konya halkının, kendisinin şiire yönelmesinde etkili olduğunu hatıra getirmektedir: “Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şairlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, vaaz etmek, zahitlikte bulunmak, ibadetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık.” Mevlâna’nın şiirle ilgili olumsuz görülebilecek ifadeleri, bir bakıma arifçe ve şairanedir. İçerik ve amaçtan yoksun bilgiyi ve sufiliği tenkit eden Mevlâna’nın aynı açıdan veya başka yönlerden şiiri, şairliği yermesi anlaşılmaz değildir. Mevlâna’nın Belh’teki, Horasan bölgesindeki geleneğe işaret ederken Konya’da, Anadolu’da yapmadığı şeylermiş gibi sıraladığı hususları, her hâlde kendisinden uzak düşünmek mümkün değildir. Mevlâna düşünceleriyle ve sanatıyla bilgin, arif ve şair kimliklerini şahsında buluşturmuştur.

Mevlâna şiirde gerçek güzelliklerin anlaşılamayacağı korkusunu taşır. Mananın şiire sığamayacağını ve istikametini tıpkı sapanla atılan taş gibi bulamayabileceğini söyler. “Harf kaptır, içindeki mana su gibidir” benzetmesini yapar ve harf suretini mana bahçesine yakıştırmaz. “Şekle aldananlar mücevherlere bürünmüşler, manaya değer verenler mana denizini bulmuşlar.” şeklinde belirttiği iki ayrı tercih ve sonucu, sık sık tekrar eder. Sanatsal meşguliyetin ve zevkin gerçeği unutturabileceğini, yaratıcı ile kul arasında perde olabileceğini bir müzisyenin diliyle hatırlatır. Mesnevî’nin birçok yerinde surette, şekilde kalacak, Hakk’a erişmede engel olacak tavır, düşünce, fiil ve benzeri her şeyi yerer. Yoksa bu değerlendirmenin dışında kalacak bir şiir onun gözünde de güzeldir ve etkileyicidir. Fîhi Mâ Fîh’te şiirlerinin tesirinden de emin olarak şöyle der: “Önceleri şiir söylemeye büyük bir istek duyardım, o vakit şiirlerimde tesirler vardı. Şimdiyse zayıfladı, battı gitti. Fakat gene de şiirlerimde tesirler var.” Mesnevî’de bir münasebetle: “İhsan sahiplerine şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir. Hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa!” diyerek şiirinin değerine işaret eder. Bir şiir için de: “İnci gibi kıymetli mısralarla dolu çok güzel” ifadesine yer verir.”

Mevlâna’nın eserlerinde ilahî aşkın ve yüksek bir vecdin ifadeleri bulunur. Bu duyguları aktarmak için kullanılan kelime, terim ve remizler, okuyucu için tasavvufî izahlara muhtaçtır. Tasavvufi anlayış çerçevesinde aşk, sabır, gayret, tevekkül, ilim, akıl, idrak, hakikat, suret, mana, hicap ve taklit gibi yüzlerce kelime ve terimin izahı, daha önce veya sonra yaşamış mutasavvıf şahısların eserlerinde bulunduğu gibi, bilhassa Mevlâna’nın Mesnevî’sinde mevcuttur. O, insanın dünyadaki sıkıntılarına, dertlerine çözümler sunmakta, ilahi hakikatlerle yolunu, zihnini açmaya çalışmaktadır. Bu sebeple eserleri, aradığını bilenler için büyük bir kaynaktır. Mevlâna çoğu zaman sade bir anlatımla insana, onun hislerine hitap eder. Onun tasavvufu düşüncesi nazari/teorik bir özellikten ziyade tecrübeye ve uygulamaya dayalıdır. Farklılığı ve etkileyiciliği de buradan gelmektedir. Mesnevî’sindeki 280 civarındaki kıssa, temsil ve hikâyesi hep hayata ve güne dair tavsiyelerle başlamakta veya sona ermektedir. Böylece Mevlâna ilmin, irfanın ve şairce duyuşun buluştuğu bir bilge kişi olarak, toplumun gündelik hayatıyla yakından ilgilenmiş ve insan ruhunun problemlerine ikna edici çözümler sunmuştur. Taşıdığı aşk ve istiğrak hâli, onu çevresinden ve gündelik hayattan uzaklaştırmamıştır.

Mevlâna, eserlerinde bilginin ve bilgili olmanın önemine işaret etmektedir: “Beşerden amaç, ilim ve hidayettir”, “Ruh, ilim ve akılla dosttur” “Bilgi Hz. Süleyman iktidarının saltanat mührüdür. Bütün âlem ceset, ilim ruhtur.” “Ey oğul! Bütün dünyayı ağzına kadar ilim ve güzellikle dolu bir testi bil.” Ancak insanoğlu için üstün meziyetler olan akıl ve ilim, kişinin hakikati görmesine de engel olabilir. Bakış ve değerlendirme noktalarında zihindeki akıl, eldeki bilgi kişiyi zafiyete düşürebilir. “Dürüst âşık zekiliği istemez” diye bunu sorgulamaktadır. Mevlâna: “Zekiler bir sanatla yetinmiştir; ahmaklarsa, sanattan onu yapana gitmiştir” izahı ile dikkatleri çeker. Bu tespitler dünya değerleri için aklını kullanan, bildiği bilgilere hayran kalan, hayatın ve âlemin hakikatini aramayı bırakan kişilere yöneliktir.

Aşk kavramı âdeta Mevlâna’nın dilinde daha özel bir hüviyete bürünmüştür. Onun binlerce beytinde görülen aşk ve tesirleriyle ilgili mefhumlar özel zihinlere ve gönüllere hitap etmektedir: “Ey Allah’ım! Aşkımız ne hoş! Ne hoş! Ne özlüdür! Ne iyidir! Ne güzeldir! Ey Allah’ım. Dönüşümüz o hayat pınarındandır, el çırpmaktan, neyden ve deflerden değildir. Ey Allah’ım!” İnsanı benlik ve menfaat düşüncesinden uzaklaştırıp, hayatı verimli kılan aşk, gerçek sağlık ve dinçlik kaynağıdır, övgüye layıktır: “Ey sevdası güzel aşkımız, şad ol! Ey bütün hastalıklarımızın hekimi! Ey gurur ve namusumuzun ilacı! Ey Eflatun’umuz! Ey Calinus’umuz!”

Mevlâna’ya göre yaşadığımız fiziki dünyadan ayrı, ancak sonuçta yine ona değer kazandıran düşünce ve bakış alanları vardır. Bu imkânlar yurdunun Mevlâna’nın mısralarındaki adı “gönül”dür: “Bu dünya küptür, gönülse ırmak gibi; bu dünya odadır, gönülse şaşılacak şehir.”; “Topraktan yeşeren gül bahçesi, yok olur; gönülden yeşeren gül bahçesi ne hoştur!” Mevlâna bu beyitleriyle bizzat dünya hayatında yaşayan kişi için daha geniş ve daha imkânlı bir gönül dünyasından söz etmektedir. İşte aranacak olan imkân hemen yanı başımızda bulunan bu gönül dünyasındadır, gönülden bakıştır. İnsanın sahip olduğu bu imkânı nasıl hissedip kullanamadığına ilginç örneklerle dikkat çekmektedir: “Başının tepesinde ekmek dolu bir sepet var, sense kapı kapı ekmek parçası istiyorsun. Başınla ilgilen, dik başlılığı bırak. Git, gönül kapısını çal. Niçin her kapıdasın? Dizine kadar ırmağın içindesin, sense kendinden habersiz bundan şundan su arıyorsun.”

Mevlâna’nın düşünce dünyasında yenileşme ve diriliş, önemli konulardandır. Yenileşemeyen, yenilikler oluşturamayan anlayışlar ve duruşlar eskimeye, değer kaybetmeye mahkûmdur. Ona göre yeni ve yenileşme inançlı kişinin tercihi ve sevdası olmalıdır. Mevlâna: “Eski felekte yeni talih bulmak”tan söz eder, “Eski dünyaya yenilik” çağrısı yapar. Kendisi için de şöyle demektedir: “Eski şeyler satanların sırası geçti. Biz yeni şeyler satanlarız; bu, bizim çarşımızdır.”

Dirilişi, yenilenmeyi ve diriltici olanı aramak gerektiğini anlatır Mevlâna: “Hey! Bu neyle anlaşılır? Dirilişle. Dirilişi ara, diriliş hakkında konuşma.” Mesnevî’de diriliş mimarı Hz. Peygamber’dir. Hakk’a ait olmak üzere “Biz dünyayı onunla diriltiyoruz” ve Hz. Peygamber’in kendi dilinden dünya hakkında “İsa’yım, onu diriltmek için geliyorum” ifadeleri Mesnevî’de yer almaktadır.

Diriliş ve yenilenme rehberi Mevlâna eskide bırakan ve gönle tazelik vermeyen bakışları eleştirmekte, yanlış yöne götüren sözlerden ve tavırlardan, dolayısıyla meşguliyetlerden uzak durmayı öğütlemektedir. Boş ve gereksiz ilgilerden, korkulardan korunup her an yapılması gereken işlerle meşgul olunmalıdır. İçinde bulunulan anı değerlendirmek zorunludur. Bütün bilgiler insanoğluna dünya hayatıyla ilgisini belirlemede ve ölçüsünü oluşturmada yardımcı olmalıdır. Zira bu husus hem fertlerin huzuru, hem de toplumun selameti için önemlidir. Asıl olarak da inançlı insanların her iki dünya saadeti için önemlidir. Mevlâna bu konuda ikna edici olabilmek için dünya mülkünün faniliğini ve değersizliğini anlatan birçok ayet-i kerimeye ve hadis-i şerife beyitlerinde yer verirken, bugün kimi zaman birilerince tenkit konusu yapılan ağır ve ürpertici bazı hikâyelerin hedefi insanın dünya ile ilişkisi üzerine kuruludur. Her türlü başarısızlığın ve huzursuzluğun kaynağı, bu ilişkideki ölçüsüzlüktür.

Dostluk ve arkadaşlık Mevlâna’nın dilinde güzel tavsifler bulur: “Dost ol, sayısız dost gör. Dostun olmazsa yardımsız kalırsın.” “Sen dostun mutluluğuyla sevinirsen bu dünya sana gül bahçesi görünür.”; “Dostlarla beraber olan, hamam ateşinin içinde kalsa da gül bahçesinde sayılır”. Suret-mana, dış görünüş-öz, beden-ruh münasebeti, özün, ruhun anlaşılması ve onlara özen gösterilmesi, Mesnevî’nin özel konularındandır. Sureti, şekli, görünüşü aşmanın zarureti ve yolları sık sık yer alır bu eserde: “Ey surete tapan! Ne zamana kadar surete özen göstereceksin? Senin manasız canın, suretten kurtulmadı gitti”; “Kalemler sureti övmezler. Kitaplarda, kişiler için bilgin ve adil gibi vasıflar belirtilir. Bilgi ve adalet sahibi olmak, hep manadır, onları önde, arkada, zahir mekânda bulamazsın” der.

Mevlâna’nın eserlerinde bazı Gazneli ve Selçuklu sultan ve beyleri örnek ve kudretli kişilikleriyle dikkat çekici şekilde yer almaktadır. Özellikle Gazneli Sultan Mahmut’u ve onun beylerinden Ayaz’ı özel bir konuma yerleştirmiştir. Sultan Mahmut ve Ayaz, cömertlik, sevgi, dostluk, vefa, anlayış, ileri görüşlülük ve maddi değerlere önem vermeme gibi konuların açıklanmasında örnek kahramanları temsil etmektedir. Gerçekte Sultan Mahmut daha önceki asırlarda şairlerin şiirlerinde ve tasavvufi eserlerde özel ve değerli bir yer edinmiş, âdeta edebî geleneğin bir konusu hâline gelmişti. Mevlâna’nın Mesnevî’sindeki Sultan Mahmut’la ilgili anlatımları bu durumun en belirgin örneğini teşkil etmektedir denilebilir.

Dünyada Mevlâna’nın hayatı, eserleri, görüşleri ve takipçileriyle ilgili olarak son asırda tespit edilmesi mümkün olmayacak kadar kitap ve makale yayımlanmıştır. Bunlar bazı çalışmalarda bir araya getirilmeye çalışılmıştır: Mehmet Önder-İsmet Binark-Nejat Sefercioğlu, Mevlâna Bibliyografyası, I-II, Ankara, 1973 (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları); Mândânâ Sadîk-Behzâdî, (bâ-hemkârî-i Tâhire Ârvend, Veydâ Bozorg-çemî), Kitâb-şinâsî-i Mevlevî, Çâp-i evvel, Tahran: Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî, 1370 hş.; Adnan Karaismailoğlu-Sait Okumuş-Fahrettin Coşguner, Mevlâna Bibliyografyası, Konya, 2006 (Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay.); Ali Temizel, Mevlâna; Çevresindekiler, Mevlevîlik ve Eserleriyle ilgili Eski Harfli Türkçe Eserler, Konya, 2009 (Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırma Merkezi Yay.).

Mevlâna Celaleddin Muhammed'in sandukası

ADNAN KARAİSMAİLOĞLU

BİBLİYOGRAFYA

  • Sipehsalar, 1946; Eflaki, 1976, 1980, I-II; 1973; Sultan Veled, 1516 hş.; Gölpınarlı, 1976; el-Hanefî, 1993, III/343; Kemaleddin Mehmed Efendi, 1897, II/744-746; İzbudak, 1914, 748-826; Osman Behçet, 1918; Şiblî-i Nu’mânî, 1953; Turan, 1993, 531-532; Füruzanfer, 1963; 1986; Ritter, 1940; a. mlf., 1942; a. mlf., 1977; Gölpınarlı, 1951; 1985; Şahinoğlu, 1977; Zerrînkûb, 1990; Zebîhullâh-i Safâ, 1347, III/448-472; Can, 1995; Lewis, 2003; Karaismailoğlu, 2001; a. mlf., 2007a.