MEVLEVİLİK

Hz. Mevlâna’nın yolunda XIII. yüzyıl sonlarında Konya’da kurulan tarikat.

I. Kuruluş Dönemi

Hz. Mevlâna’nın döneminde kendisi ve medresesi etrafında toplanan müritler vardı. Bunlar herhangi bir tarikat usulüne bağlı olmadan derslere ve sohbetlere dâhil oluyorlardı. Ancak bu dönemlerde Hz. Mevlâna’ya gelip intisap etmek isteyenlerin “çehâr darb” tabir edilen saç, bıyık, sakal ve kaşlarından küçük bir miktarda kıl kesiliyor ve böylece intisapları gerçekleşmiş oluyordu. Bu olayın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmasından, 1244 yılı öncesi olduğu kaydedilmektedir (Gölpınarlı, 1993, 164). Ayrıca Hz. Mevlâna’nın bazı yetişmiş müritlerine şecere yazıp bazı bölgelere göndermesi, o dönemde Mevlevilik tarikatının temellerinin atıldığına dair işaretler olarak kabul edilmektedir. Ancak bu yaygın olmayıp istisnai olarak gerçekleşen bir usuldü ve aslında Mevlâna’nın teşkilatlanma gibi bir düşüncesi de hiç yoktu (Lewis, 2010, 469). Gölpınarlı’nın çehâr darb usulünün Kalenderi bir gelenek olduğunu vurgulayıp Mevleviliğin temellerinin bu tarikata dayanabileceğini söylemesi veya bu tarikatın Melami-meşrep usulünü de benimsemiş olduğunu vurgulaması herhâlde tartışmaya açık olsa gerektir (Gölpınarlı, 1983, 178-180). Mevlevi tarihçisi Sakıp Dede’nin (ö. 1735): “Mevlevîlik, semâ, sefâ, vecd ve hâl gibi kendi âdâb ve erkânının yanında Nakşibendî tarîkatının esasları ve Şems’in aşk ve cezbe temelleriyle oluşturulmuştur.” tespiti ise (Sakıp Dede, Sefine, I/134) bu tarikatın en güzel tariflerinden biri olmuştur. Ayrıca Mevlevilik yolunun bir tarikat olmaktan çok aşk yolu, cezbe yolu, bir kültür hareketi ve dünyayı terk etme değil, irfana ulaştıran bir hayat biçimi olduğu vurgulanmakta; hatta silsilesinin bile başta Hz. Muhammed olmak üzere, Hz. Ali’ye (Ankaravi, ts., 3a), Cüneyd-i Bağdadi’ye, Ahmet Gazzali’ye, Necmeddin-i Kübra’ya kadar farklı yürütülmesiyle diğer klasik tariklerden ayrıldığı belirtilmektedir (Gölpınarlı, 1983, 186; Seyyid Fazıl Mehmet Paşa, 2010; Top, 2001, 29). İlk dönemlerde bu yola girenlere Hz. Mevlâna’ya izafeten Mevlevi ya da “Mevlânâî” denilmekteydi. İlk yüzyılında meşihatta bulunan Hz. Mevlâna ahfadına binaen Veledî, Arifi, Abidî, Âlimî ve Adilî olarak adlandırılsa da tarih boyunca Mevlevi sıfatıyla vasıflandırılmışlardı. İbn Battuta (ö. 1369) Konya’yı ziyareti sırasında (1332 sıraları) bu tarikin mensuplarının “Celâliyye” olarak anıldıklarını kaydetse de (Lewis’ten naklen, 2010, 491), aynı dönemlerde yazılmaya başlanan Eflaki menakıbında ve bazı yazma eserlerdeki imzalarda “Mevlevî” veya “el-Mevlevî” ibareleri sıkça geçer.

Hz. Mevlâna’nın 1273 yılındaki vefatının ardından Mesnevi’nin kâtibi Çelebi Hüsameddin onun yerine geçmeye uygun bulunmuştu. Çünkü Hz. Mevlâna vuslatının yaklaştığı dönemlerde etrafındakilerin: “Sizden sonra hilafet kimin olacak, sizin yerinize kim geçecek?” sorularına: “Çelebi Hüsameddin halifemiz olur.” diyerek cevap vermiş ve makamın kime geçeceğini bildirmişti (Eflaki, II/162). Vefatına kadar Hz. Mevlâna’nın yanından ayrılmayan oğlu Sultan Veled olgun sayılacak bir yaşta (47) olmasına rağmen babasından boşalan makama geçmeyi reddetmiş ve o da Çelebi Hüsameddin’i uygun görmüştü (Sultan Veled, 1976, b. 2668 vd.). Çelebi’nin bu vazifeyi devralması Mevlevilik tarihi içinde bir ilk ve son olmuş, bu makama Hz. Mevlâna soyundan gelmeyen bir kişi oturmuştu. Bu aynı zamanda Çelebi Hüsameddin’in bir Ahi şeyhi ve Şafii mezhebine mensup biri olarak Mevleviliğin ilk şeyhinin ileriki yıllarda bir daha eşine rastlanmayacak özelliklere sahip olması demekti. Kendisinden sonra bu makama hep Mevlâna soyundan gelenler oturacak ve Ulu Arif Çelebi’den itibaren (1312) meşihatta bulunanlar hep “Çelebi” diye anılacaklardır.

Çelebi Hüsameddin makamda kendi oturmasına rağmen Sultan Veled’e büyük saygı beslemiş ve daima onun fikirleri doğrultusunda hareket etmişti. Hz. Mevlâna Türbesi üzerinde yer alan yeşil kubbeyi o inşa ettirmiş ve bugünkü şeklinin ilk temellerini atmıştı. Çelebi, aynı zamanda Hz. Mevlâna’nın mürit ve dostlarını da etrafında toplayarak irfan meclislerinde Kur’an-ı Kerim ve Mesnevi okutmuş, bu usul de ileriki dönemlerde Mevleviliğin ana unsurlarından biri olmuştu. Sağlığında: “Bizden sonra Mesnevi şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir.” (Sipahsalar, 75) diyen Hz. Mevlâna’nın yönlendirmesi de Mevlevilik geleneği içinde bu esere gösterilen ilgiyi hep canlı tutmuştur.

Çelebi Hüsameddin on bir yıl süren meşihat görevi sırasında vefat etmiş (1284) ve Sultan Veled’in makama geçmesi bir zaruret olmuştu. Ancak bu dönemde Sultan Veled’in de hocalığını yapan Bektemüroğlu Şeyh Kerimüddin’in yedi yıl kadar Mevleviliğin başında olduğu ve onun 1291 yılında vefatının ardından Sultan Veled’in bu görevi üstlendiği kaydedilir (krş. Lewis, 284 vd.). Şeyh Kerimüddin’in adının Mevlevi kaynaklarında postta oturanlar listesinde yer almaması bu tezin sarihliği konusunda tereddüt oluştururken, Mukabele-i Şeriften sonra okunan duada isminin zikredilmesi onun bu yolun kuruluşunda büyük hizmetlerinin olduğuna bir delildir. Yine Sultan Veled’in kendi aktarımlarından Çelebi Hüsameddin’in vefatının ardından makama geçtiği kesin olarak görülmektedir (Sultan Veled, 1976, b. 2808 vd.). Sultan Veled makama geçtiğinde; Şems-i Tebrizî’nin, Hz. Mevlâna’nın, kayınpederi Kuyumcu Selahaddin’in, Çelebi Hüsameddin’in ve Bektemüroğlu Şeyh Kerimüddin’in manevi terbiyesi ve ilimleriyle teçhiz edilmiş ve yolu bizzat hakkelyakin olarak öğrenmiş bir kişiydi. Onun makamda bulunduğu 28 (veya 21) yıl zarfında mürit ve dostlar artmış, sarayla olan ilişkiler kuvvetlenmiş; daha da önemlisi sema, musiki ve Mesnevihanlık usulleri belli bir düzene sokularak Mevleviliğin kurumsallaşmasının temelleri atılmıştı. İleriki yıllarda bu temel üzerine bina edilen Mevlevilik adap ve erkânı da XV. yüzyıldaki Pir Adil Çelebi’nin (ö. 1460) meşihatı döneminde yeniden yapılanma ile birlikte günümüze kadar büyük bir değişikliğe uğramadan devam edegelecektir.

Mevlevilik, Sultan Veled döneminde (1284-1312) bir taraftan belli usullere oturtulurken, diğer taraftan da onun halife olarak gönderdiği elçiler sayesinde başta Kırşehir, Amasya ve Erzincan olmak üzere Anadolu topraklarında yayılmaya başlamıştı. Bu elçiler gittikleri yerlerde büyük bir sempati ile karşılanıyor, kurulan Mevlevi zaviyelerinde de Hz. Mevlâna’nın fikirleri, sema ve musiki sayesinde gönüller fethediliyordu. Ayrıca Mevlâna’nın ziyareti sırasında Afyonkarahisar’da temelleri atılmış olan bu yolun yaygınlaşmasına da gayret sarf etmişti. Sultan Veled’in babasının Mesnevi’sini örnek alarak yazdığı İbtidaname’si ve Hz. Mevlâna’ya kırk yıl müritlik yapmış Sipahsalar’ın Risalesi ile de Mevlevilik tarihinin ilk kaynakları kendi döneminde yazılmış oluyordu. Sultan Veled’in meşihatı döneminde Sipahsalar’ın (ö. 1312?) ileri yaşlarda olmasına rağmen Dergâh’ın mali işlerini üstlenmiş olması ve önceki devlet görevinden dolayı nüfuzlu bir kişilik olması Mevleviliğin bu kuruluş döneminde dışarıdan gelen bazı olumsuz girişimleri de engellemişti (Şimşekler, 2009, 260).

Sultan Veled Hakk’a yürüdüğünde (11 Kasım 1312) artık, Mevlevilik yolunun esasları büyük ölçüde belirlenmiş ve bu kurallar çerçevesinde akın akın gelen gönül dostlarına İslam’ın güzellikleri bir başka üslupla sunulmaya başlanmıştı. Sultan Veled’den sonra meşihatta bulunan oğlu Ulu Arif Çelebi (d. 1272) daha babasının zamanında kendini yetiştirip bu yolda ilerlemiş; Anadolu ve İran tarafına yaptığı seyahatlerle Mevleviliği yaymak için çaba sarf etmekteydi. Mevleviliğin yaygınlaşmasında babası Sultan Veled’den öğrendiği “seyahat” usulünü daha da yaygınlaştıran Ulu Arif Çelebi kız kardeşi Mutahhara Hatun’u gelin olarak verdikleri Germiyanoğulları başta olmak üzere, Karamanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Eşrefoğulları, Sahibataoğulları ve Saruhanlılar ile iyi ilişkiler içinde olmuş, bu beyliklerin liderleriyle görüşüp kendisine mürit yapmıştı. Onun bu ilişkileri, Mevleviliği bu beyliklerin hâkim olduğu bölgelerde yaymasına rahat bir zemin teşkil etmişti. Karaman, Beyşehir, Aksaray, Akşehir, Afyon, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Alanya, Bayburt, Erzurum, Amasya, Kırşehir, Erzincan ve devamında Tebriz’de kurulan Mevlevihaneler onun bu ziyaretleri sırasında attığı temeller sayesinde kurulmuştu. Bu seyahatlerin birçoğuna katılan Eflaki Dede de Bahaeddin Veled, Şems-i Tebrizî, Çelebi Hüsameddin, Kuyumcu Selahaddin, Hz. Mevlâna ve çağına kadar olan çocuklarının menkıbelerini toplayarak yazdığı Menâkıbü’l-ârifîn adlı eseriyle Mevlevilik tarihini yazmayı gelenek hâline getirecektir. Dedesi Mevlâna’nın sağlığında dünyaya gelen Ulu Arif Çelebi, doğumunda Hz. Mevlâna tarafından: “Bugünden sonra bizim Ârif’imiz tam bir şeyhtir ve başbuğluğa lâyıktır ve beşikten mezara kadar olgunlaşacaktır.” (Eflaki, II/230) şeklinde vasfedilmesi onun Mevlevilik yolundaki hizmetlerinin manevi desteklerinden biri olmuştu.

II. Tarih Boyunca Mevlevilik ve Çelebiler

Ulu Arif Çelebi 1320 yılında vefat ettiği zaman yerine sırasıyla kardeşleri Şemseddin Abit (ö. 1338) ve Hüsameddin Vacit (ö. 1342) geçecekler, ancak Anadolu’daki siyasi karışıklıklar sebebiyle cetlerinden öğrendikleri usulle Mevleviliği yaymaya zemin bulamayacaklardır. Daha sonra meşihatta bulunan Ulu Arif Çelebi oğlu Emir Âlim Çelebi I gelenek üzere iki amcasından sonra makama geçmesi gerekirken gittiği İran ve Türkistan seyahatinden geri dönmemiş ve akıbeti hakkında da bir malumat elde edilememiştir. Bazı kaynaklar ise onun Türkistan bölgesinde Mevleviliği yayıp 1350 yılında da oralarda vefat ettiğini kaydederler.

Emir Âlim Çelebi I’in vefat ettiğine dair haber Konya’ya ulaşınca makama geçme hakkı küçük kardeşi Emir Adil Çelebi’ye (ö. 1368) verilmiş ve o da on sekiz yıl meşihatta bulunarak tarikatı idare etmiştir. Konya’nın Karamanoğulları elinde bulunduğu bir dönemde postta bulunan Emir Adil Çelebi bu hükümdarlığın liderlerini ve ileri gelenlerini de aydınlatmış ve hatta bazıları da müridi olmuştur.

Emir Adil Çelebi’den sonra yirmi yedi yıl meşihatta bulunacak olan Şemseddin Abit Çelebi oğlu Emir Âlim Çelebi II vardır. Âlim Çelebi II de Larende’de (Karaman) metfun bulunan Hz. Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun ve ağabeyi Muhammed Alâeddin’in türbelerini onartmış ve bitişiğine bir cami ve Mevlevihane tesis ederek buralara vakıflar bağlanmasını sağlamıştır.

Emir Âlim Çelebi II’nin (ö. 1395) Hakk’a yürümesinden sonra yerine Emir Adil Çelebi oğlu Arif Çelebi II geçmiş, o da siyasi çalkantılar içinde bulunan Anadolu’da tarikatını fazla genişletmeye imkân bulamamış; ancak ceddi Hz. Mevlâna’nın türbesini esaslı bir onarıma vesile olmuştur. Yirmi altı yıl makamda bulunduktan sonra 1421 yılında vefat eden Arif Çelebi II’den sonra tarikatın başına Emir Âlim Çelebi oğlu Pir Adil Çelebi (Adil Çelebi II) geçmiştir.

Pir Adil Çelebi, Sultan Veled’den sonra fazla bir değişikliğe uğramayan sema’ı aslına sadık kalarak yeniden yapılandırmış, tarikatın usullerini de gözden geçirerek yeni bir oluşum yoluna gitmiştir (Sakıp Dede, Sefîne, I/134). Tabi ki bu oluşumda kendi döneminde yaygınlaşıp kurumsallaşmaya başlayan Bektaşîlik, Halvetîlik ve Kadirîlik gibi tarikatlardan Mevleviliği belirgin çizgilerle ayırma fikri önemli bir etken olmuştu. Onun tarikatta yaptığı geleneğe uygun bu düzenlemeler kendisine Mevlevilik tarihi içinde II. Pir unvanı verilmesine de sebep olmuştu. Otuz dokuz yıl meşihatta bulunan Pir Adil Çelebi 1460 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Cemaleddin Çelebi geçmiştir.

Cemaleddin Çelebi dönemi (1460-1509) Mevleviliğin olduğu kadar Konya ve Anadolu tarihinin de önemli köşe taşlarının konulduğu bir çağ olmuştur. Konya bu dönemde Osmanlı topraklarına katılmış (1467), Ege Bölgesi’nde ise Mevlâna soyundan olan inas çelebilerden (anne tarafından Mevlâna torunu) Divane Mehmet Çelebi (ö. 1529) ve müridi Şahidî Dede (ö. 1550) sayesinde Mevlevilik, Afyon, Denizli, Kütahya, Bursa, Muğla, Isparta, Burdur, Aydın, İzmir, İstanbul ve çevresinde yayılmış ve buralarda Mevlevihaneler kurulmuştur. Özellikle II. Bayezit’in izni ve Divane Mehmet Çelebi’nin gayretleriyle 1491 yılında kurulan Galata Mevlevihanesi, İstanbul’da ve bu şehre gelen Batılı seyyahların yazdıkları eser ve mektuplar sayesinde de Avrupa’da Mevlâna’nın tanınmasına büyük katkıları olmuştur. Yıllar önce de Hz. Mevlâna’nın torunu Mutahhara Hatun’un kızı Devlet Hatun’dan doğan Yıldırım Bayezit (d. 1360; slt.1389-1403), ceddi saydığı Hz. Mevlâna’nın dergâhına büyük hizmetlerde bulunmuş ve Anadolu’da Mevleviliğin yayılmasında maddi-manevi desteklerini esirgememiştir. Yıldırım Bayezit’in oğlu Mehmet’in de Osmanlı padişahlarının aldığı “Sultan” unvanı yerine Mevlâna soyundan gelenlere verilen “Çelebi” unvanını tercih etmesi sarayın Mevleviliğe verdiği önemin somut bir delili olmuştur. Cemaleddin Çelebi kırk dokuz yıllık meşihatı döneminde bu ilgi ve yakınlığı olumlu bir şekilde kullanarak bu yola büyük hizmetler etmiştir. Sakıp Dede’ye göre Cemaleddin Çelebi, Fatih Sultan Mehmet’e II. Bayezit’in doğumunu (d. 3 Aralık 1447) müjdelemiş; daha sonra II. Bayezit de Cemaleddin Çelebi ve Mevlâna’ya büyük sevgi ve saygı beslemiştir. Tahtta bulunduğu dönemlerde de türbedeki sandukaları yeniletmiş, üzerlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiştir (Sefîne, I/139-144).

Cemaleddin Çelebi’nin 1509 yılında vefatından sonra yerine torunu ve inas çelebilerden Hüsrev Çelebi geçmiştir. Usul gereği Cemaleddin Çelebi’nin oğlu Kadı Mehmet Paşa makama geçmesi gerekirken babasının sağlığında vefat ettiği için görevi oğlu Hüsrev Çelebi almıştır. Hayli uzun bir süre (62 yıl) meşihatta bulunan Hüsrev Çelebi zamanı, Osmanlı hanedanının iki güçlü sultanı Yavuz Sultan Selim (saltanatı: 1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman’ın (saltanatı: 1520-1566) tahtta bulunduğu döneme rastlar. Her iki sultan da Doğuya yaptıkları seferler sırasında Konya’ya uğrayarak Hz. Mevlâna Dergâhı’nı ziyaret etmişler ve buraya yaptıkları bağışların yanı sıra, gösterdikleri ilgi sebebiyle Mevlevilerin manevi olarak güçlenmesini de sağlamışlardır. Ayrıca bağladıkları vakıflarla buranın zenginleşmesine katkıda bulunmakla birlikte su getirterek, Semahane ve mescit yaptırarak dergâhın mimari yapısına da hizmet etmişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman Mevlâna ve oğlu Sultan Veled’in mezarlarının üstündeki mermer sandukaları yaptırmış, Mevlâna’nın evvelki ahşap oyma sandukasını da babası Sultanülulema’nın kabri üzerine nakletmiştir (Evliya Çelebi’den naklen bk. Gölpınarlı, 1983, 154).

Hüsrev Çelebi 1561 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Ferruh Çelebi geçmiştir. Ferruh Çelebi babasından kalan zengin vakıflarla türbeyi idare etmekle birlikte Karatay Medresesinin müderrisliği de kendisine tevcih olunmuş ve bu etkinliği bazı muhaliflerin dedikodusuna sebep olmaya başlamıştır. Bu dönemde ise Osmanlı tahtında Kanuni’nin oğlu II. Selim vardır (saltanatı: 1566-1574). II. Selim Konya’da vali iken Hz. Mevlâna Dergâhı’na bağlanmış, oradan feyizlenmiş ve bu bağlılığın eseri olarak da dergâhın yanına Selimiye Camii’nin inşası emrini vermişti. Ferruh Çelebi ise padişahın nezdinde saygın bir yeri olmasına rağmen kendisini çekemeyenlerin “bolluk içinde şaşaalı bir hayat sürüyor” gibi dedikodular sebebiyle padişah tarafından azlediliyor ve İstanbul’a sürgüne gönderiliyordu. Bu olay Mevlevilik tarihi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Zira bir padişah ilk kez Mevlâna Dergâhı Postnişinliği görevine müdahalede bulunuyordu. Ferruh Çelebi’nin otuz yıl meşihatta bulunduğu varsayılsa da on sekiz yıl süren bu sürgün sebebiyle resmî olarak on iki yıl makamda oturduğu kabul edilir.

Ferruh Çelebi 1591 yılında vefat etmiş ve yerine Sultan III. Mehmet’in emriyle oğlu Bostan Çelebi I geçmiştir. Çelebi’nin 1630 yılındaki Hakk’a yürüyüşüne kadar makamda kaldığı bu otuz dokuz yıl, Mevleviliğin sarayla arasını tekrar düzelttiği, yeniden Anadolu’ya, İstanbul’a ve hatta Balkanlar, Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika gibi bölgelere yayıldığı bir dönem olmuştur. Yine Mevlâna muhibbi olan Sultan I. Ahmet (saltanatı: 1603-1617) ve devlet ileri gelenleri bu tarikata olan bağlılıklarını dile getirmiş, ziyaretleri ve bağışları sayesinde Mevleviliğe yeniden bir heyecan ve etkinlik kazandırmışlardır. Bugün dahi Mesnevi’yi güzel ve doğru bir şekilde şerh ettiğine inanılan ve bu hizmetiyle “Hz. Şârih” unvanı alan Ankaralı Rusuhi Dede de Bostan Çelebi I’e mürit olmuş ve hizmetinde bulunmuştur.

Bostan Çelebi I’in vefatından sonra yerine kardeşi Ebubekir Çelebi geçmiş ve parlak geçen ağabeyinin döneminin ardından tahtta bulunan ve tasavvufi düşünceye zıt olan Sultan IV. Murat (saltanatı: 1623-1640) sebebiyle epey zorluklar çekmiştir. IV. Murat Ayasofya Camii vaizi Kadızade (ö. 1635) ve çevresinin etkisinde kalarak diğer tarikatlara olduğu gibi Mevleviliğe de karşı çıkmış, hatta Bağdat seferine giderken uğradığı Konya’da Mevlâna Dergâhı’nı yıkmayı bile aklına koymuştur. Fakat dergâhta yaşadığı bir olay neticesinde bu fikrinden vazgeçmiş, Ebubekir Çelebi’ye hediyeler vererek, dergâha da vakıflar bağlamak suretiyle asırlardır gelen Mevlâna yolunu onaylamıştır.

Sultan IV. Murat’ı da arkasına alan Ebubekir Çelebi daha da güçlenmiş bir şekilde makamda bulunurken yine kendisini çekemeyenler tarafından: “Dergâhın maddi imkânlarını şahsı için kullanıyor” iftiralarıyla İstanbul’a sürgüne göndertilmiştir (1637). Çelebi burada iken 1638 yılında vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevihanesi’ne defnedilmiştir.

Ebubekir Çelebi’nin sürgüne gönderildiği tarihte makam, inas çelebilerden ve (Afyon) Karahisar Mevlevihanesi şeyhi Divane Mehmet Çelebi soyundan Arif Çelebi III’e (Küçük Arif Çelebi) geçmiştir. Afyon’dan çağrılarak posta oturtulan Çelebinin beş yıl süren meşihatında önemli bir olay vuku bulmamıştır.

Arif Çelebi III’ün vefatıyla, çelebilik makamı yeniden zükur çelebilere (baba tarafından Mevlâna torunu) geçmiş; Hasan Çelebi oğlu Hüseyin Çelebi posta oturarak yirmi dört yıl meşihatta bulunmuştur. Hüseyin Çelebi dönemi de Sultan Deli İbrahim (saltanatı: 1640-1648) ve IV. Mehmet (saltanatı: 1648-1687) zamanına rastlar ve ülke içerisindeki karışıklık ve isyanlar sebebiyle Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak Mevlevilikte de yeni adımlar atılamaz; hatta siyasete karıştığı iddialarıyla da zaman zaman kötü dönemler geçirir. Hüseyin Çelebi, deliliği geçmesi için Sultan Deli İbrahim’e arakiye tekbirleyip giydirmek üzere İstanbul’a davet edilmiş; fakat Sultan bu arakiyenin Şehzade Mehmet’e giydirilmesini emretmiş ve böyle de yapılmış. Şehzade Mehmet’in tahtla müjdeleneceğine yorumlanan bu olaydan bir müddet sonra Şehzade, IV. Mehmet unvanıyla padişah olmuştur (Sakıp Dede, Sefine, I/176). Bu olay saray nezdinde Mevlevilerin itibarının artmasına vesile olmuştur.

Hüseyin Çelebi’nin vefatının ardından Abdurrahman Çelebi oğlu Abdülhalim Çelebi I makama geçer (1666). Mevlevilik bu Çelebi döneminde ikinci kez büyük sarsıntı geçirir. Daha önce IV. Murat’ın saltanatta bulunduğu zaman Mevlâna Dergâhı’nın yıkılmasıyla dahi karşı karşıya gelen ve tarihe “Kadızadeler Olayı” olarak kaydedilen bir dönemden sonra, bu kez de sahnede Vani Mehmet (ö. 1685) adlı bir hoca vardır. Vani, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Fazıl Ahmet Paşa’nın Sadrazamlığa getirildiği dönemde onun ve Sultan IV. Mehmet’in itibarını kazanarak “Hünkâr Şeyhi” sıfatıyla saraya girer. Vani, birkaç yanlış örnek göstererek ülkedeki tarikatların artık zararlı bir hâle geldiğini savunarak lağvedilmesi yönünde padişahtan karar çıkartır. Tabi bu karar, Mevlevilik ve onun en önemli ayini olan sema’ı da bağlamaktadır. 1077/1666 yılında ilan edilen bu yasak, Mevleviler tarafından ebcet hesabıyla “yasâğ-ı bed” (kötü yasak) tabiriyle tarihe kaydolmuştur. On sekiz yıl süren bu olaydan sonra Vani’nin gerçek yüzü ortaya çıkmış ve saraydan azledilmesiyle Mevlevilerin ve sema’ın yasağı kalkmıştır. 1095/1684 yılında meydana gelen bu yasağın kalkması da Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Naci Ahmet Dede (ö. 1708) tarafından “Mevlevîler döndü câna aşk-ı Mevlânâ ile” mısraı ile tarihe nakşedilmiştir.

Dönemindeki karışıklık ve yasaklarla uğraşan Abdülhalim Çelebi I, 1679 yılında Hakk’a yürümüş ve yerine oğlu Kara Bostan Çelebi geçmiştir. Kara Bostan Çelebi makamı döneminde ilk iş olarak yasak sebebiyle müritleri dağılan ve vakıflarına dahi el konulan Mevlâna Dergâhı’nı eski parlak günlerine kavuşturmak için çaba sarf etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Artık sadece Mevlâna Dergâhı’nda değil Osmanlı topraklarının dört bir köşesine yayılan diğer Mevlevihanelerde de Mevleviler toplanmaya başlamıştır. Kara Bostan Çelebi müritlerini yeniden toplarken Sultan II. Süleyman’ın (saltanatı: 1687-1691) Balkanlara gazaya çıkacağı haberi üzerine Mevlevilerden bir alay oluşturmuş ve savaşa katılmak üzere Edirne’de sultana intisap etmiş; sultanın: “Efendim, siz zaferimiz için dua ediniz” cevabı üzerine de geri dönmüştür. Sultan II. Ahmet’in (saltanatı: 1691-1695) tahtta bulunduğu sırada ise artık son dönemlerde âdet olduğu üzere Çelebi, “Dergâhın vakıflarını geri aldığı menfaatçiler” tarafından Sultana şikâyet edilmiş ve o da Çelebi’nin hacca gitmesi bahanesiyle onu Konya’dan uzaklaştırmış ve dönüşünde de Kıbrıs’a sürmüştür. Kısa bir müddet burada kalan Kara Bostan Çelebi affedilmiş ve büyük bir karşılama töreniyle Konya’ya gelmiştir. Çelebi, görevinin geri kalan kısmında Hz. Mevlâna Dergâhı’nda onarımlar yaptırmış, yeşil kubbenin çinilerini yeniletmiş ve 1711 yılında hayli yaşlı bir vaziyette Hakk’a yürümüştür.

Kara Bostan Çelebi’den sonra yerine oğlu Sadreddin Çelebi geçmişse de ancak bir yıl meşihatta bulunabilmiş; o da babası ile aynı yıl içerisinde vefat etmiştir. Çelebi’nin yaptığı en önemli iş Osmanlı şehzadelerine arakiye tekbirlemek üzere İstanbul’a davet edilip bu görevi yerine getirmesi olmuştur.

Mevlâna’nın makamı bu dönemde de bazı kişilerin post kavgasına sebep olmuş ve nihayetinde Kara Bostan Çelebi’nin amcası Abdurrahman Çelebi oğlu Mehmet Arif Çelebi posta oturtulmuştur. Mehmet Arif Çelebi’nin otuz beş yıl meşihatta bulunduğu dönem, Mevleviliğin özellikle Balkanlar, Arap ülkeleri ve Akdeniz’deki adalarda yaygınlaşmasıyla tarihte yer alır. Bu süre içinde Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşa, Hanya (Girit), Sakız, Midilli, Siroz, Belgrat, Saraybosna, Filibe, Niş, Peç, Selanik, Üsküp ve Vodine gibi şehirlerde Mevlevihaneler kurulmuş ve bölge insanlarını aydınlatmayı bir görev olarak benimsemiştir. Mehmet Arif Çelebi ayrıca yakın dönemimize kadar ulaşan Dergâh’ın batısındaki Sultan Veled Medresesini tadilatla büyütmüş ve çelebi çocuklarına okul olarak ihdas etmiştir. Yine bugün hâlâ ayakta duran Mevlâna Müzesi’nin kuzeyindeki Çelebi misafirhanesini de o yaptırmıştır.

Mehmet Arif Çelebi’nin bu velut döneminden sonra yerine oğlu Ebubekir Çelebi II geçmiştir (1746). Şair olan Çelebi, makamda bulunduğu zamanlarda hayli çalkantılı bir dönem geçirmiş, hatta siyasete ve isyanlara adı karıştığı için idamı bile söz konusu olmuştur. Dönemin şeyhülislamı tarafından idamı önlenen Çelebi, Manisa’ya sürülmüş (1776), affını müteakiben Konya’ya dönerek 1785 yılında burada vefat etmiştir.

Birkaç yüzyıldır, iyice genişleyen Mevlâna ailesi artık makama geçmek için zaman zaman ikili, hatta üçlü çekişmeler içine girmiş ve bu mücadele saraya taşınmaya başlamıştır. Ebubekir Çelebi II’nin vefatıyla da durum böyle olmuş, inas çelebilerden Mesnevihan Seyyit Alizade ile zükur Çelebilerden Karaman Mevlevihanesi şeyhi İsmail Çelebi’nin oğlu Hacı Mehmet Çelebi makama talip olmuşlardır. İstanbul’da saraya davet edilen bu iki çelebi dinlendikten sonra makam Hacı Mehmet Çelebi’ye verilmiştir.

Otuz yıla yakın süren Hacı Mehmet Çelebi zamanı da Mevlevilik tarihi açısından iyi ve kötü olayları barındıran bir dönem olmuştur. Çelebi, Mevlevi olan III. Selim’in (saltanatı: 1789-1807) İstanbul’daki Mevlevihaneleri sık sık ziyareti, ilgisi ve Şeyh Galip (ö. 1799) gibi bir şairin yetiştiği dönemde bu yakınlığı yeterince kullanamamış (Küçük, 2003, 55-59), aksine Konya ve çevresinde meydana gelen siyasi hareket ve ayaklanmalara dahi katılarak tepki çekmiştir. Çelebi, dergâhın vakıf konularındaki anlaşmazlıklarında da epey yıpranmış ve çaresiz makamdan çekilerek yerine dokuz yaşındaki oğlu Mehmet Sait Hemdem Çelebi’yi önermiş; saraydan onun hilafet fermanı gelmeden de 1815’te vefat etmiştir.

Hemdem Çelebi küçük yaşta Konya’daki çelebilerle birlikte hilafet almak için İstanbul’a gittiğinde burada büyük ilgi görmüş, hediyelerle birlikte hilafetini de alarak Konya’ya geri dönmüştür. Hemdem Çelebi resmî olarak kırk dört yıl makamda bulunmasına rağmen ilk dokuz yılı yaşının küçük olması sebebiyle amcası Ferruh Çelebi’nin vekâletinde geçmiştir. Sultan II. Mahmut (saltanatı: 1808-1839) ve Abdülmecit (saltanatı: 1839-1861) dönemlerinde meşihatta bulunan Hemdem Çelebi, kendi döneminde meydana gelen siyasi olaylarda ve II. Mahmut’un Bektaşîlerin oluşturduğu Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesi (1836) sırasında tarafsızlığını korumuş ve sarayın Mevlevilere olan itibarını artırmıştır. Sultan Mahmut hem Mevlâna Dergâhı’na hem de İstanbul başta olmak üzere diğer Mevlevihanelere maddi-manevi yardımlarını esirgememiştir (Küçük, 2003, 341-354). Hemdem Çelebi’ye Abdülmecit döneminde de itibar edilmiş, kendisine sarayda “üstün derece nişanı” verilmiş, Mevleviler bu ilgiyle saygınlıklarını daha da arttırmışlardır. 1858 yılında Hakk’a yürüyen Hemdem Çelebi’nin dergâha yaptığı en büyük hizmetlerden biri de burada dervişlerin elinde dağınık hâlde bulunan kitapları toplatıp kayda geçirmek suretiyle bir kütüphane kurmasıdır (1854). Hemdem Çelebi’nin vefatından sonra sırasıyla dört oğlu Mahmut Sadreddin, Fahreddin, Mustafa Safvet ve Abdülvahit çelebiler makamda bulunmuşlardır.

Mahmut Sadreddin Çelebi yirmi üç yıl meşihatta bulunmuş, bu süre içerisinde Mevlevilik olağan seyrinde devam ederken Konya’da bazı yangın ve kıtlık gibi felaketler baş göstermiştir. Çelebi bu felaket günlerinde vali ile birlikte Konya halkının yardımına koşmuş, dergâhın maddi-manevi imkânlarını seferber etmiştir. Bu çabaları sayesinde Sultan Abdülaziz’in (saltanatı: 1861-1876) özel nişanlarını da kazanan Çelebi, Konya halkının da büyük ilgi ve sevgisine mazhar olmuştur (Küçük, 2003, 68-69). 1881 yılında Hakk’a yürüyen Çelebi’nin yerine, kardeşi Manisa Mevlevihanesi şeyhi Fahreddin Çelebi atanmıştır (1881).

Fahreddin Çelebi, 1866 yılında kurulan “Meclis-i Meşâyih” kuralları gereği dergâhtaki dedelerin önermesi, Meclis-i Meşayih’in onaması ve şeyhülislama teklifi ve onun onayı ile makama geçmiş; ancak fazla bir iş yapamadan bir yıl sonra vefat etmiştir. Daha sonra ise yerine kardeşi Mustafa Safvet Çelebi geçmiştir.

Mustafa Safvet Çelebi de beş yıl kadar meşihatta bulunmuş, bu süre zarfında dergâhta bazı onarımlar yapmış, vefat ettiği zaman yerine kardeşi Abdülvahit Çelebi geçmiştir.

Dört kardeşin sonuncusu olan Abdülvahit Çelebi de yirmi yıl kadar dergâhta postta oturmuş; fakat tahtta bulunan Sultan II. Abdülhamit’i (saltanatı: 1876-1909) sık sık eleştirdiği için sarayla arası pek iyi olmamıştır. Oldukça hareketli ve biraz da Bektaşî-meşrep bir kişiliğe sahip olan Çelebi, sarayın emriyle her ne kadar Konya valilerinin gözetimi altında tutulmaya çalışılmışsa da o çeşitli bahaneler bularak bunu ihlal etmiştir. Abdülvahit Çelebi, yine Sultan Abdülhamit’in Yıldız Sarayı’na karşılık Meram’da Yıldız Köşkü’nü yaptırmış, saray faytonlarına benzer bir fayton imal ettirerek Konya sokaklarında onunla dolaşmıştır. Çelebi bütün bunlarla birlikte Konyalıların bütün sıkıntılarına koşmuş, hükümetle problemi olan insanlara çözümü için yardım etmiş, fakirlere maddi yardımlarda bulunmuş ve bu hareketleriyle de Konya halkının sevgisini kazanmıştır (Önder, 2002, 131-150; Şimşekler, 2004b, 150-157).

Abdülvahit Çelebi 1907 yılında Hakk’a yürüdüğünde oğlu Abdülhalim Çelebi II geçmiştir. Fakat huy bakımından babasına oldukça benzeyen Çelebinin makamda bulunduğunun ilk yıllarında II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve meşrutiyetçilerin yanında yer aldığı gerekçesiyle makamdan alınarak yerine Hz. Mevlâna soyundan Necip Çelebi oğlu Veled Çelebi (İzbudak) getirilmiştir (1909).

Edip bir zat olan Veled Çelebi’nin meşihat döneminde ise I. Dünya Savaşı çıkmış ve Çelebi, kendisi de Mevlevi olan Sultan Reşat’ın isteğiyle 1915 yılı başlarında Osmanlı topraklarında bulunan Mevlevihane şeyhlerinden ve diğer Mevlevilerden 1.026 kişilik gönüllü bir tabur oluşturarak Kanal Harekâtı’na katılmak üzere 27 Mart 1915 günü Şam’a varmıştır. Mücahidin-i Mevleviyye adı verilen sancak sahibi tabur, Şam, Beyrut, Humus üçgeninde görev yapmış, genellikle askerin maneviyatını güçlendirme, istihkâm ve lojistik alanlarda hizmet görmüştür (Köstüklü, 20005, 65-124). 1919 yılında ise Veled Çelebi şeyhlikten azledilmiş ve yerine kendisinden önce makamda bulunan Abdülhalim Çelebi II tekrar geçmiştir.

Abdülhalim Çelebi ilk kez makama geçtiği zaman görevden alınışını haksızlık olarak nitelendirmiş ve İttihat ve Terakki’nin aldığı bu azil kararını yıllarca içine sindirememiştir. Mevleviler arasında da üzüntü yaratan bu olay sonrasında (Sayar, 2000, 31 vd.) İttihatçıların siyasi etkinliğinin kaybolmasının ardından şeyhülislama müracaat ederek 1919 yılında tekrar makam çelebiliğine getirilmiş; bu dönemde Osmanlı Meclis-i Mebusanında da Konya milletvekili olarak görev yapmıştır. İkinci meşihatında da ancak bir yıl kalan Çelebinin yerine 1920 yılında Yakup Çelebi oğlu Amil Çelebi getirilmiştir.

Amil Çelebi makama geçtiği vakit hayli yaşlı ve rahatsızdı. Aynı yıl içerisinde vefat ettiği zaman, yerine Abdülhalim Çelebi II üçüncü kez posta oturacaktır.

Son dönem çelebileri arasında Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmesi, ney üfleme, kudüm vurma, keman çalma gibi musikiye yatkın olması, hattatlığı, nezaketi ve zarafeti ile dikkat çeken Abdülhalim Çelebi bu üçüncü defa makama geçişinde 1920-25 yılları arası meşihatta bulunmuş; bu görevinin yanı sıra seçime ilk sıradan girerek TBMM’ye Konya milletvekili olarak katılmış ve Gazi Mustafa Kemal’in ardından seçimle Meclis Başkan Vekilliği (II. Başkan) görevini üstlenmiştir. Çelebi bundan önce de Millî Mücadele günlerinde gösterdiği başarılı tutumlarından dolayı TBMM tarafından İstiklal Madalyası (21 Ekim 1923) ve birçok nişanla onurlandırılmıştır. Abdülhalim Çelebi milletvekilliği sona erdikten sonra tekrar Konya’ya dönmüş, 1925 yılındaki Tekaya ve Zevaya Kanunu’na kadar Mevlâna Dergâhı’nın son makam çelebisi olmuş (İzbudak, 1946, 67), sonra da İstanbul’a giderek bir otel odasına yerleşmiştir. Ama ne acıdır ki, bu otel odasının balkonundan düşerek, ya da menfur bir olaya kurban giderek vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevihanesi haziresine defnedilmiştir (12 Ekim 1925).

Tekke ve dergâhların kapatılması kanunu ile ülkedeki bütün tekkeler gibi Mevlâna Dergâhı da kapanmıştır (1925). Annesi Zübeyde Hanım’ın Mevlevi muhibbi olmasından dolayı, Atatürk’ün çocukluğu zaman zaman Selanik Mevlevihanesi’nin bahçesinde geçmiş ve bu yüzden Mevlâna’yı ve Mevlevileri çok sevmekte, bu yola saygı duymaktadır. Ama yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasının tutabilmesi için birçoğu aslından ve hatta İslam’dan uzaklaşan tarikatların kapatılması kararı alınmıştı. Bu konuda F. Rıfkı Atay’la sohbet ederken Atatürk’ün sarf ettiği şu sözler oldukça manidardır: “Karar gereğince Konya’da Mevlâna Dergâhı’nın da kapanmış olmasından üzgünüm. Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum. Hey koca Sultan! Evet, bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı.” (Banoğlu, 1959, 415-416). 1925 yılında Tekaya ve Zevaya Kanunu ile bütün dergâhlar gibi kapatılan Mevlâna Dergâhı Atatürk’ün emirleriyle müze olarak tefriş edilmiş ve 1927 yılında “Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi” olarak açılmıştır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün tekkeler gibi Mevlâna Dergâhı ve diğer Mevlevihanelerin de kapanması sonrası Abdülhalim Çelebi vefatından önce (1925) bu konuyu Atatürk’le konuşmuş ve onun da onayını alarak oğlu Mehmet Bâkır Çelebi’yi Halep Mevlevihanesi’ne şeyh olarak atamıştır. Bu tarihten itibaren Mevleviliğin resmî merkezi Suriye Devleti tarafından lağvedildiği 1945 yılına kadar Halep Mevlevihanesi olmuştur. Mehmet B. Çelebi Halep’te meşihatta bulunduğu dönemde usulü gereğince Mevleviliğe hizmet ederken, Hatay’ın anavatana katılması hususunda da hayli yardımları ve gayretleri olmuş; bu yüzden Suriye’de hüküm süren Fransız yetkililerinin tepkisini çekmiştir. Çelebi, daha sonra Suriye ve orada bulunan Fransız idareciler tarafından istenmeyen kişi olarak ilan edilmiş; bir aile ziyareti için gittiği İstanbul’dan (1937) bir daha Suriye’ye geri dönmesine izin verilmemiştir.

Abdülhalim Çelebi’nin Hakk’a yürümesinden sonra makam çelebiliğine seçilen Mehmet Bâkır Çelebi’nin 1944’de vefat etmesinden sonra oğlu Celaleddin Bâkır Çelebi (1926-1996) Şam, Lazkiye, Trablusgarp, Kahire ve Kıbrıs şeyhlerinin de onayı ile makam çelebiliğine getirilmiştir. Celaleddin Bâkır Çelebi’nin okul hayatı devam ettiği için Halep’teki Türk Konsolosluğunda görevli olan amcası Şemsülvahit Çelebi (1908-1971) ona vekâlet etmiştir. Suriye hükümeti ise 1945’te ülke dâhilindeki Mevlevihaneleri kapatma kararı almıştır (Çelebi, 2008, 32).

Celaleddin Bâkır Çelebi, Suriye Hükümetinin: “Kendi tabiiyetlerine geçerlerse Halep Mevlevihanesi’nin zengin vakıflarını tekrar kendisine verme” şartını kabul etmeyip ailesiyle birlikte anavatana geri dönmüş; İstanbul’a yerleşerek Hakk’a yürüyüş tarihi olan 1996 yılına kadar gayretli çalışmalarıyla yurt içi ve dışında Mevlâna fikirlerini anlatmış; bununla birlikte Türk kültür ve ananesini tanıtmada bir elçi görevi üstlenmiştir. Hz. Mevlâna’nın yirmi birinci kuşaktan torunu olan Celaleddin B. Çelebi’nin 13 Nisan 1996 günü İstanbul’da vefat edip 17 Nisanda Konya’da Üçler Mezarlığı’na sırlanmasının ardından, yol büyüklerinin onayı ile oğlu Faruk Hemdem Çelebi (d. 25 Aralık 1950), bu tarihî ve manevi görevi üstlenmiştir.

III. Mevlevihaneler

1274 yılında Mevlâna’nın kabri üzerine Vezir Muineddin Pervane’nin hanımı Gürcü Hatun’un büyük maddi destekleriyle yapılan Kubbe-i Hadra (Yeşil Türbe) ile ilk temelleri atılan Mevlâna Dergâhı zaman içerisinde eklemeler, tadilatlar ve onarımlar görmüş ve bugünkü hâlini almıştır. Selçuklular zamanında Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in, vezir Sahip-Ata Fahreddin’in, II. Gıyaseddin Mesut’un, Emir Bedreddin Gevhertaş’ın, Emir Mehmet Söğürcü’nün; Beylikler Döneminde Germiyanoğlu Yakup Bey’in, Karamanoğlu Alâeddin, Mehmet ve İbrahim beylerin; Osmanlı Döneminde Fatih Sultan Mehmet’in, II. Bayezit’in, I. Selim’in, Hasan ve İbrahim paşaların, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, III. Murat’ın, III. Mehmet’in, IV. Murat’ın, III. Mustafa’nın, III. Selim’in, Abdülaziz’in, Abdülhamit’in maddi-manevi destekleriyle mamur olmuştur. “Âşıklar Kâbesi” olarak da adlandırılan Dergâh, Osmanlı coğrafyası dâhilinde 140’a yakın Mevlevihanenin merkezi konumunda “Âsitâne-i Âliyye” vasfıyla Mevlevilik tarikatının merkezi olmuştur. Ayrıca Şems-i Tebrizî ile Hz. Mevlâna’nın buluştukları yerde inşa edilen ve günümüzde bulunmayan mescit, Şems-i Tebrizî’nin mezar-makamının bulunduğu Şems Camii, Meram’daki Ateşbaz-ı Veli Türbesi, Sadrazam Piri Mehmet Paşa’nın 1524 yılında yaptırdığı Piri Mehmet Paşa Zaviyesi (Tanrıkorur, 2004, 471) ve Meram’da bulunan Cemel Ali Dede Camii-Türbesi de Konya’da Mevlevi zaviyeleri arasında yer almaktaydı.

Mevlevihaneler, 1.001 günlük Mevlevi çilesinin çıkarıldığı Asitaneler ve zaviyeler olmak üzere iki kısma ayrılmakta ve genel olarak “Mevlevîhâne” adıyla anılmaktaydı. Asitaneler, Mevlâna Dergâhı’nın ardından derecelerine göre Karahisar-ı Sahip (Afyon), Manisa, Kütahya, Halep, Galata, Yenikapı, Kasımpaşa, Beşiktaş, Bursa, Kahire, Kastamonu, Eskişehir, Gelibolu, Rumeli Yenişehri olarak sıralanmaktaydı (Tanrıkorur, 2004). 100’ü aşkın zaviye ise günümüzdeki coğrafik konumla Kırım, Macaristan, Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Arabistan ve Anadolu’nun tamamı olmak üzere yüzyıllar boyu Osmanlı’nın hâkim olduğu bölgelere yayılmıştı. Bu zaviyeler arasında Karaman, Tokat, Antep, Kayseri, İzmir, Muğla, Üsküdar, Filibe, Atina, Hanya, Lefkoşa, Şam, Kudüs, Bağdat, Mekke ve Medine coğrafik konumu veya işlevi bakımından en önemlileri idi. Bunların haricinde de özellikle XVI. yüzyılda Hz. Mevlâna torunu Afyon çelebilerinden Divane Mehmet Çelebi’nin seyahatleri neticesinde oluşan Ege, Batı Akdeniz ve Marmara Bölgesi’nin güney kısmını içine alan coğrafya içinde onlarca resmî kayıtlarda yer almayan Mevlevi köyü vardı (Şimşekler, 2007, 145). Mevlevihaneler ilk dönemlerde Mevlevi halifeleri tarafından kurulurken XVI. yüzyıldan itibaren genellikle devlet ileri gelenlerinin himmet ve destekleriyle inşa edilmeye başlamıştı. Konya Piri Mehmet Paşa, Eskişehir, Kilis, Halep, Peçoy, Ankara, Şam, Kudüs, Kayseri, Selanik, Beşiktaş, Üsküdar Mevlevihaneleri paşa ve beyler tarafından inşa edilmişti (Gölpınarlı, 1983, 229-230; Tanrıkorur, 2004, 469).

Asitaneler genellikle geniş bir arazi içerisinde yer alır, semahane, türbe, mescit, matbah-ı şerif, meydan-ı şerif, dede-derviş hücreleri, selamlık ve harem dairelerinden oluşurdu (Tanrıkorur, 2004, 472). Hakk’a yürüyen ve o Mevlevihanede vazife yapmış Mevlevi büyükleri, semahanenin hemen yanı başında bulunan türbe içine defnedilmekteydi. Zaman içerisinde türbe içerisinde yer kalmayınca orta bölümde yer alan meydan-ı şerifin yakın bir kısmında veya daha arka bir bölümde mezarlık oluşturulup “hazîre” veya “hâmûşân” adıyla buraya sırlanmaya (defnedilmeye) başlandı. Zaviyelerde de oluşturulan bu hamuşanlar yüzyıllar boyunca Mevlevihanelerin mimari bölümü hâline geldi. Ayrıca Mevlâna Dergâhı’ndaki Sait Hemdem Çelebi örneğinde olduğu gibi zaman içinde kitapların çoğalmasıyla Asitaneler başta olmak üzere Mevlevihanelerde kütüphaneler de oluşmaya başladı.

IV. Adap ve Erkân

Tarikin bütün işlerinde ilk sorumlu makam çelebisi idi. Makam çelebisi, ilk dönemlerde çelebiler arasındaki yetkin kişilerden babadan oğula geçmek suretiyle, ilerleyen zaman içerisinde Konya ve diğer şehirlere yayılmış çelebiler arasından Dergâh Zabitanı tarafından, 1700’lü yılların sonlarında Saray’ın yönlendirmesi ve 1866 yılından itibaren ise Meclis-i Meşayih’in önermesi ile şeyhülislam tarafından seçilmekteydi. Makam çelebisi Konya’da ikamet eder ve bütün Mevlevihanelerin işlerini takip için kendi başkanlığında sertarik, sertabbah, türbedar, neyzenbaşı, Hazret-i Şems türbedarı, zükur ve inas çelebilerinden seçilen dört kişi ile bir komisyon kurardı.

Asitanelerde, Mevlâna Dergâhı’na haiz olmak üzere makam çelebisi, onun tarafından meşihat verilen ve sırasıyla Şems-i Tebrizî, Selahaddin-i Zerkub ve Çelebi Hüsameddin’i temsil eden halife konumundaki “Şeyh Efendi” veya “Ser-tarîk”, Şems Dedesi (Şems-i Tebrizî Zaviyesi’nden sorumlu dede), diğer asitanelerde ise ser-tabbah (Ateşbaz-ı Veli makamı), türbedar, mesnevihan, kudümzenbaşı ve neyzenbaşı Dergâh Zabitanını oluştururdu (Arpaguş, 2009, s. 103-117; Şimşekler, 2011, 36-38). Mevlevi geleneğindeki protokolünü de gösteren bu sıralamanın ardından 1.001 günlük çilesini doldurup “dede” unvanı alan, çilesini çekmekte olan canlar (nev-niyazlar) ve çileye soyunmayıp bir merasimin ardından sikke-i şerif giyerek sema çıkarmış “muhibb”ler gelirdi (Aşcı Dede, 1960, 29).

Mevlevihanelerde Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerif, Mesnevi, Mevlevi evradı, Mevlâna menakıbı okunması, Mevlevi adap ve erkânı dersleri (Nablusî, 1329, 17, 19, 30); çile çıkarmakta olan canlara sema meşki, dergâhtaki günlük işlerin yerine getirildiği on sekiz hizmeti icra etme ve becerisi dairesinde bir sanat veya zanaat öğrenme mecburi idi. 1.001 günlük çile eğitimden sorumlu olanlar sırasıyla, aşçı veya ser-tabbah dede, kazancı dede, meydancı dede ve bulaşıkçı dede idi (Demirci, 2008, 127). Ayrıca diğer dedeler de yetiştirildikleri alanda dersler ve eğitimler verirdi.

Mevlevi adap ve erkânının temelini 1.001 günlük Mevlevî eğitiminde alınan Mesnevi-i Şerif’in ilk on sekiz beytine istinaden on sekiz hizmetin yerine getirilmesi esasına dayanan usuller çerçevesinde hayat boyu devam ettirilmesi gereken “edeb” oluşturmaktaydı. Bu zaman içinde seyr ü süluk gereği sema öğrenmek (Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, 2007, 41) mecbur idi. (Mevlevilikteki 1.001 günlük çile için bk. Çile*)

Genel anlamda Muhammedî bir yol olarak tesis edilip devam eden bu kültürde hayat boyunca Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerif, Mesnevi, Mevlâna menakıbı ve evrad-ı kebir-i Mevlâna okumak zorunluluğu vardı. Şeriata sıkı sıkıya sarılmak, farzları geciktirmeden zamanında yerine getirmek, sünnete tabi olmak, gece gündüz istiğfara devam etmek, her isteği ve yardımı Allah’tan dilemek, nefsin sürekli muhasebesini yapıp onu riyazete alıştırmak gibi hususlar en başta gelen adap ve erkân idi (Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, 207, 24 vd.). Yine her Mevlevi -özellikle Dergâh dışında yaşayanlar- dünyalık hayatını devam ettirmek için bir meslek öğrenmek, bulunduğu her alanda insanlara saygı ve sevgi duymak, işini halkın rızası için değil Hakk’ın rızasını gözetmek için yapması gerekirdi. Mevlevihanelerde mutat günlerde yapılan mukabelelere geçerli bir mazereti olmadığı müddetçe katılması zorunlu idi.

Adap ve erkânın temelini oluşturan mukabele-i şerif (sema) ve Mesnevi dersleri de belli usullere göre yapılırdı. Sema meşki mutlaka bir sema dedesinden öğrenilir, Mesnevi dersi mesnevihan olan dededen dinlenir, matbah-ı şerifte bulunan meşk tahtası üzerinde bulunan çevresine tuz dökülmüş çiviye, direk tabir edilen sol ayağın baş ve ikinci parmağının yerleştirilmesiyle çark olarak adlandırılan sağ ayağın hareketiyle önceleri yarım, bir müddet sonra ise tam çark atmayla başlanırdı. İlk yarım çarkta “Al” ikincisinde ise “lah” hecelerinin belli bir ahenkle telaffuz edilmesiyle “Allah” yani zikr-i celal çekilir. Tahta üzerinde meşki tamamlayan canlar daha sonra Semahane’de kollarını açma talimine başlar ve bu aşamayı da tamamladıktan sonra kendileri için mukabele-i şeriften daha kısa olan “mübtedî mukâbelesi”ne davet edilirdi. Bu mukabeleye dışarıdan ziyaretçi kabul edilmez, mıtrıp ayin-i şerif yerine sadece dört bölüm hâlinde peşrev çalar ve can bu icradan sonra mukabele-i şerife katılma hakkı kazanır.

Mukabele-i şerif ya da ayin-i şerif (Hakâyık-ı Semâ, s. 13) belli bir ritüele bağlı olarak yapılır. Öncesinde cemaatle vakit namazı kılınır (Nablusi, 1329, 6; Olgun, 1995, 80), sonra Semahaneye geçilerek bütün yetkililer, dervişler ve semazenler oturur hâlde yerlerini alır, görevli dede tarafından Kur’an-ı Kerim okunur, ardından mesnevihan Mesnevi okur veya kaari-i Mesnevi’ye Farsçasını okutur kendisi de şerh ederdi. Daha sonra kudüm-ü şerif darbesi, ney üflenmesinin ardından Na’t-ı Mevlâna okunur ve postnişin ile birlikte ayağa kalkan semazenler üç selam Devr-i Veledî icra eder ve ardından dört selamdan oluşan sema icra edilirdi. Sema’ın tamamlanmasının ardından mıtrıptan bir görevli Kur’an-ı Kerim okur, ardından semazenbaşı ya da nadiren postnişin tarafından çekilen gülbank ve okunan dua ile mukabele tamamlanmış olur, ardından bütün Mevleviler lokma ederlerdi. Bu sema’ın en belirgin özelliklerinden biri genellikle cuma namazlarının ardından yapılması ve seyretmek isteyen herkese açık olması idi (İzbudak, 1946, 62).

Sema’ın üçüncü bir çeşidi olan “Garîbler Semâ’ı” ise özel gecelerde yapılan mukabele-i şeriften sonra sema’a devam etmek isteyen Mevleviler tarafından on sekiz çark atılmak suretiyle musiki olmaksızın yapılan sema idi.

Bir diğer sema çeşidi ise “Âyîn-i Cem” idi. Genellikle Meydan-ı Şerif’te ve yatsı namazından sonra yapılan bu sema’a Mevleviler ve muhipler katılabilirdi. Ayin-i Cem bir dost meclisi şeklinde geçen ve kahve veya şerbet gibi içecekler içildikten sonra Devr-i Veledî olmaksızın ve hırkalar çıkarılmadan yapılan sema veya içten gelen cezbe ile ayakta oluşturulan zikir halkası idi (Olgun, 1995, 80 vd.). Bu sema’da genellikle kollar açılmaz ve sadece meclisteki isteyenler kalkardı (Gölpınarlı, 2006, 117). Selam aralarında mukabeledeki gibi durak verilmez, hatta genellikle geceleri yapıldığı için sabah namazına kadar devam ederdi. Sema tamamlandıktan sonra, Kur’an-ı Kerim okunur ve namaz kılınarak lokma edilir ve hücrelere istirahata çekilirdi (Çelebi, 2002, 121 vd.).

Yine bütün tariklerde olduğu gibi Mevlevilikte de evrad okuma geleneği vardı. Bazı ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, Esma-i Hüsna ve Hz. Mevlâna’ya dua ve senalardan oluşan Mevlevi evradı hem çile döneminde hem de bütün hayatı boyunca şeyhinin belirlediği ölçü ve vakitte bir Mevlevi’nin okuması gereken vird idi. Yine İsm-i Celâl çekmek, yani belli bir ahenkle “Allah, Allah…” demek Hz. Mevlâna’ya göre en güzel zikirlerden biri olarak değerlendirildiği için Mevleviler hem zikir meclislerinde, hem de günün her anında bu zikri yaparlardı. Mevlâna’nın bu zikir şeklini babası Bahaeddin Veled’den aldığı, onun Kübreviliğe olan ilgisinden dolayı Mevleviliğin bu tarikin etkisi altında gelişen bir yol olduğu tespitlerinin doğru olmadığı da belirtilmektedir (Lewis, 2101, 64-65).

Mevleviliği diğer tariklerden ayrı tutan en önemli özelliklerinden biri de güzel sanatlara gösterilen ilgi idi. Her Mevlevi çilesi döneminde mutlaka bir sanat öğrenir, dinî ilimlere, şiire veya musikiye yatkın olanlar da bu eğitimle meşgul olurlardı. Mevlevilerin tarih süreci içerisinde en çok ilgi gösterdikleri sanat hattatlık, hakkaklık, ebruzenlik, fildişi ve kâğıt oymacılığı ve saatçilik olmuştu (Derman, 2002, 208-212). Son yüzyılda ise keçecilik ve terzilik de Mevlevilerin ilgi gösterdiği bir meslek-sanat olmuştu. Gösterilen bu ilgi sonucu yüzyıllar boyunca Mevleviler arasında sanat, şiir ve musiki alanında değerli isimler yetişmiş ve Türk kültür ve sanatına yön vermişlerdir. Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinin önde olduğu bu alanda şiirde, Şeyh Galip (ö. 1799), musikide Buhurizade Itri (ö. 1712) ve Hammamizade İsmail Dede Efendi (ö. 1846), sanatta Ahmet Eflaki Dede (XIX. yy.) önde gelen isimlerdendir (daha geniş bilgi için bk. Küçük, 2003, 377-423; Uzluk, 1957, 47-110).

Mevlevilik kültürü içinde yer alan bir diğer husus ise her birinde zarif manaların bulunduğu deyim ve terimlerin kullanması idi. Mevleviler gündelik konuşmalarında bunları kullanır, bir kelime veya deyim ile birçok şey ifade edilirdi. Mevlevilerin birbirlerinin iki elini tutarak başparmaklarını veya ellerini öpüp selamlaşmalarına ve herhangi bir eşyayı veya zemini öpmesine “görüşmek”; istenen bir şey karşısında “Eyvallah” şeklindeki cevabın, evet yaparım, anlamına gelmesi; bir şeyin bittiğini veya olmadığını belirtmek için “Hakta” veya “Hak vere” denmesi; mum, lamba gibi eşyaların yakılmasına “uyandırmak”, söndürülmesine “sırlamak” veya “dinlendirmek” tabiri kullanılması; Hakk’a yürüyen bir kişiyi defnetmeye yine “sırlamak” kelimesinin sarf edilmesi; aklını başına almak, kendine gelmek, düşünmek ve anlamak veya yastığına hafifçe dokunarak bir Mevleviyi uyandırmaya “agâh ol!” tabirinin kullanılması; Kur’an-ı Kerim veya dua okunurken ya da sema ve ders esnasında kendinden geçerek cezbeye giren Mevleviye söylenen “kanını içine akıt!” deyimi bütün Mevleviler tarafından bilinen ve günlük konuşmalarda kullanılan deyimlerdendi.

Mevlevilikte diğer benzer Anadolu tariklerinde de olduğu gibi dinî ritüeller haricinde günlük hayat içerisinde kullanılan yapılan işin içeriğine uygun bazı gülbanklar da vardı. Yemek pişince kazanın ağzı açılırken, somat, sımat veya sumat diye tabir edilen sofradan önce ve sonra çekilen gülbanklar; 21 Nisan-21 Mayıs arası yağan yağmurların nisan tasında toplanmasından meydana gelen yağmur suyuna okunan dualar; İslami usullerle sırlanan cenazenin mezarının başında veya daha önce Hakk’a yürümüş Mevlevilerin mezarlarını ziyarette çekilen gülbanklar; nikâh kıyıldıktan veya damat gerdeğe girerken okunan dua ve gülbanklar; herhangi bir sefere çıkılırken duanın ardından söylenen gülbanklar en yaygın olanları idi (Gölpınarlı, 2006; Şafak, 2010; Şimşekler, 2011, 50 vd.).

Mevlevilik adabının öğrenildiği ilk yer olan Matbah-ı Şerif’e izafeten çile boyunca bu yolda uyulması gereken kurallar tam bir disiplin içerisinde yürütülür (Özönder, 2002b, 179), uymayanlara kazancı dede tarafından aşırıya kaçmayacak bazı cezalar verilirdi. Bu cezalar çelik adı verilen ve Matbah-ı Şerif’te asılı bulunan bir sopa ile dokuz veya on sekiz adet olmak üzere hafif şekilde vurulan değnek cezası; on sekiz gün boyunca sikke-i şerif ve hırka-i şerifin alınması; başka bir Mevlevihaneye gönderilmeyi simgeleyen “seyahat” cezası tarzında idi. Cezaların en ağırı ise Mevlevi adayının bu işi yapamayacağına kani getirildiğinde çilenin herhangi bir döneminde ayakkabılarının ters çevrilmesi (serpa etmek) idi. Bunun anlamı ise o kişinin Mevlevi olamayacağı, başka bir Mevlevihaneye de çile canı olarak kabul edilemeyeceği idi.

Yeni Mevlevi olanların diğer tariklerin tekkelerine gitmeleri hoş karşılanmaz, Mevlevi ileri gelenleri ise Miraç, Mevlid gibi kandillerde diğer tekkelere gider, kıyam zikri yapılırsa zikirlere katılmaz, ayakta seyreder, eğer isterse sema ederlerdi. Diğer tekkelerden Mevlevihaneye gelen farklı tarikat büyükleri de sema yapılacağı zaman Devr-i Veledi’ye iştirak eder, sonra ayakta seyrederlerdi. Yine Mevlevi büyükleri kendi bulundukları şehirlerde resmî ve dinî bayramlara protokol üyesi olarak katılırlar, özellikle Ramazan ve Kurban bayramlarında şehrin devlet erkânını makamda ziyaret ederler, onlar da Mevlevihaneye gelerek iade-i ziyarette bulunurlardı. Bu davetlerde Mevleviler ve muhipler de hazır bulunur misafirlere hizmet ederlerdi (Aşcı Dede, 1960, 35). Mevlâna Dergâhı’nda da özellikle arife gecesi şehir protokolü Dergâh’a davet edilir, makam çelebisinin özel misafiri olurlardı. Birlikte kılınan yatsı namazının ardından, mukabele-i şerif icra edilir, ardından yemek yenerek, kahve veya şerbet içilirdi (Mustafa Nizameddin, ts., 18 vd.).

V. Geçmişten Günümüze Mevlevilik Kültürü

Başlangıcından 1945 yılındaki Halep Mevlevihanesi’nin kapatılmasına kadar olan Mevlevi kültürünü üç döneme ayırmak mümkündür. İlki Çelebi Hüsameddin (ö. 1284) ve Sultan Veled (ö. 1312) dönemlerinde Hz. Mevlâna’nın yolunda aşk ve kültür hareketi olarak belirlenmeye çalışılan kurumsal dönem; ikincisi Ulu Arif Çelebi (ö. 1320) ile başlayıp Divane Mehmet Çelebi (ö. 1529) ile doruk noktasına ulaşan seyahatlerle bu yolu yaymayı esas alan cezbe ve kalenderi-melami-meşrep usul; üçüncüsü ise XV. yüzyılda özellikle Alevi-Bektaşi kültürünün de yaygınlaşması ve Mevlevilik içinde bazı âdetleri ile yer bulmasıyla Pir Adil Çelebi (ö. 1460) zamanında yeniden yapılanmaya giren Mevleviliğin, kuruluşundaki asli temellerine oturtulması ve yeni içtihatlarla kendine özgü yolları belirlemeye çalıştığı 1945 yılına kadar gelen dönem. Ancak bu son dönem içinde XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet ileri gelenlerinin Mevlevihane tesis etmeleri, çelebi makamına atama yapmaları, XVII ve XVIII. yüzyıllarda bizzat sultanların Mevlevihanelere sıkça gelip gitmeleri bu yola muhip olmalarıyla birlikte de Mevleviliğin bir devlet kurumu hâline gelmesi de söz konusudur. 1925 yılındaki bütün tekke ve dergâhların kapatılması ve Mevlâna Dergâhı’nın da müze olarak açılması, bu kültürün tamamen devlet himayesine geçmesi anlamına gelmiş, Atatürk’ün Mehmet Bâkır Çelebi’yi Halep Mevlevihanesi’ne makam çelebisi olarak atanmasına onay vermesi bunun somut delillerinden biri olmuştur.

Dördüncü dönem olarak adlandırabileceğimiz “canlandırma dönemi” ise 1946 yılında Konya Halkevi’nin başlattığı ve günümüze kadar devlet eliyle koordine edilen Şeb-i Arus törenleridir. Bu törenlere 1950’li yıllarda “sema gösterileri” nin eklenmesi, bu gösterileri icra etmek üzere Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak 11 Eylül 1989’da Bakanlar Kurulu kararıyla Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu kurulması 700 yıllık bu kültürün resmî olarak devletin himayesi altında tiyatral canlandırmaya yönelik devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Yine 2005 yılında Selçuk Üniversitesi bünyesinde kurulan Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi ve bu Merkez’in yine Bakanlar Kurulu kararıyla 22 Ağustos 2010 tarihli Resmî Gazete ilamıyla Enstitüye dönüştürülmesi devlet kurumlarının bu kültüre sahip çıktığının göstergeleridir. Ayrıca geçmişte Mevleviler tarafından özellikle Mevlevihanelerde yapılan ilmî çalışmaların ve Mesnevi derslerinin dernek ve vakıf gibi kurumsal veya üniversiteler ve bilim adamları tarafından gerçekleştirilmesi bu köklü geleneğinin -yaşamaktan çok araştırmaya yönelik de olsa- devam ettirildiğine örnektir. Hz. Mevlâna’nın yirmi ikinci kuşak torunu Faruk Hemdem Çelebi’nin başkanı olduğu Uluslararası Mevlâna Vakfı’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı aracılığı ile 2005 yılında UNESCO’ya tescil ettirdikleri Mevlevi Kültürü ve Mukabele-i Şerif’in Korunması kararı ve Somut Olmayan Dünya Kültürel Miras Listesi’ne eklenmesi ise bu kültürün dünya insanlığına ait bir miras olması anlamına gelmektedir. Yine Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sema’ın aslına uygun şekilde ehil kişiler tarafından, uygun mekânlarda yapılması gerektiğine dair 22 Ekim 2008 tarihli genelge de bu kültürün devlet denetimi altında olduğunun somut bir örneğidir.

Kubbe-i Hadra'nın inşasını gösteren bir resim (Mevlâna Müzesi)
1491 yılında Galata Mevlevihanesi'nde Şeyh Mehmet Atâullah Dede (ö. 1910) ve Mevleviler
Veled Çelebi komutanlığındaki Mevlevi Taburu Şam Mevlevihanesi bahçesinde (23 Nisan 1915)
Mevlevi şeyhlerini Galata Mevlevihanesi'nde tasvir eden Vesim Paşanın (ö. 1910) bir tablosu (5 Zilkade 1305)
Postnişi tayinine dair Sultan Reşat'ın bir fermanı
Osmanlı topraklarında bulunan Mevlevihaneler
Kağıt oyması bir Mevlevi sikkesi (İstanbul Belediye Müzesi)
Gazi Mustafa Kemal ve Abdülhalim Çelebi Konya Garında

NURİ ŞİMŞEKLER

BİBLİYOGRAFYA

  • Ankaravi, (ts.), 1b-7b; Arpaguş, 2009; Çelebi, 2002; Aşcı İbrahim Dede, 1960; Banoğlu, 1959; Çelebi, 2008, 32; Olgun, 1995; Demirci, 2008; Derman, 2002; Eflaki, 1986-1987; Gölpınarlı, 1993; a. mlf., 2006; a. mlf., 1983; Hacı Feyzullah Efendi, 1334-1336; Sultan Veled, 1976; Köstüklü, 2005; Küçük, 2003; Lewis, 2010; Mustafa Nizameddin, ts.; Seyyid Fazıl Mehmet Paşa, 2010; Nablusi, 1329; Önder, 2002; Özönder, 2002b; Sayar, 2000; Sakıp Dede, Sefine, 1283, I-III; Sipahsalar, 1977; Şafak, 2010; Şimşekler, 2004a; a. mlf., 2007; a. mlf., 2009; a. mlf., 2011; Tanrıkorur, 2004; Top, 2001; Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, 2007; Uzluk, 1957; İzbudak, 1946.