EREĞLİ

Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinde Ereğli

Ereğli ve çevresi Kutalmışoğlu Süleyman Bey tarafından 1077 yılında Bizanslılardan alındıktan sonra Haçlı Seferleri güzergâhında bulunması sebebiyle büyük sıkıntı ve karışıklıklara maruz kalmıştır. 1097’de ilk Haçlı istilasına uğramış, 1101’de Akşehir-Konya-Ereğli yolundan Suriye’ye inmeye çalışan başka bir Haçlı ordusu ise I. Kılıçarslan tarafından burada imha edilmiştir. II. Kılıçarslan’ın 1185’te memleketi on bir oğlu arasında paylaştırdığında Ereğli ve çevresi de Sencerşah’a düşmüştür. Sencerşah burada yedi sene kadar meliklik yapmıştır. II. Rükneddin Süleyman Şah’ın bir yandan iç karışıklıklar, diğer yandan Bizans’la uğraşmasını fırsat bilen Ermeni Prensi II. Leon, Ereğli ve Kayseri’ye saldırmış, bu saldırı 1199 yılında püskürtülmüş ve şehir kurtarılmıştır. Alâeddin Keykubat devrinde bir süre Ermeniler eline geçen Ereğli, Kısun adlı bir idareci tarafından yönetilmiştir. Türkiye (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin Moğol hâkimiyeti altında parçalanmasıyla 1276’da Karamanoğullarına geçen Ereğli, 1291’de Moğol Hükümdarı Geyhatu tarafından alınarak tamamen tahrip edilmiştir.

Ereğli’nin Orta Anadolu’daki tarihî yollar üzerinde bulunması ve ticaret kervanlarının uğrak yeri olması sebebiyle geliştiğini söylemek mümkündür. Bunun yanında Çukurova ile İç Anadolu’yu birbirine bağlayan Gülek Boğazı yakınındaki konumu ve Bizans Döneminde Araplarla, Türkiye Selçukluları Döneminde de Ermenilerle sınır olması sebebiyle zaman zaman tahribata da uğramıştır. Her şeye rağmen bu dönemde Ereğli gerek nüfus gerekse iktisadi yapı itibariyle canlı bir şehir profili görünümündedir. Nitekim 1276’da Kilikya’dan yola çıkan seksen tüccara ait büyük bir kervanın Ereğli yakınlarında Türkmenler tarafından soyulması, Gülek Boğazı’nı kullanan küçük veya büyük kervanların Ereğli’ye de uğradığını ve bölgede mübadele hacminin genişlediğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu dönemde Ereğli’nin 6.900 civarında bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilmekte, farklı meslek dallarının icra edildiği en az otuz dükkânın bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Ereğli’de zanaat-ticaret alanındaki gelişmelere dayalı, özellikle alım-satım faaliyetleri ve vergi denetimini sağlamak amacıyla tesis edilen ve şehir yönetiminde etkin görevi olan iğdişlik* kurumunun mevcudiyeti, buradaki iktisadi potansiyele ve güçlü bir şehir örgütlenmesine işaret etmektedir.

Karamanoğulları Devrinin önemli şehirlerinden biri olan Ereğli, Osmanlı hâkimiyetine geçinceye kadar zaman zaman Eratnaoğulları, Kadı Burhaneddin, Memluk ve İlhanlı beylik ve devletlerinin nüfuzları etkisi altında kalmıştır. 1396’da Kadı Burhaneddin’in Karaman toprakları üzerine yaptığı harekâtta geniş ölçüde yağma ve tahribe uğramıştır. 1397’de I. Bayezit, Akçay Ovası’nda Karaman kuvvetlerini büyük bir yenilgiye uğratmasıyla bütün Karaman toprakları gibi Ereğli de Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra tekrar Karamanoğullarının eline geçen şehir, 1419’da Memluk serdarı İbrahim Bey’in hareketine sahne olmuştur.

Fatih’in 1467’deki Karaman Seferi’yle Ereğli dâhil Konya ve çevresi Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Ereğli’nin Osmanlı egemenliğine geçmesiyle birlikte Osmanlı fetih politikalarının bir gereği olarak Rum Mehmet Paşa tarafından kalesi yıktırılmış, böylelikle açık bir şehir hâline getirilmiştir. Bu süreçte Paşa’nın bölge halkına oldukça sert davrandığı ve Ereğli ile Larende’de tahribat yaptığı kaynaklarda zikredilmekte, ayrıca bölgenin Müslüman ve Hıristiyan halkından bir kısmını İstanbul’a sürgün ettiği bilinmektedir (1471).

1490’da Memluk komutanı Emir Özbek’in yağmasına maruz kalan Ereğli, Yavuz’un Mısır seferi dönüşünde büyük topları çekmede kullanmak için buradan getirdiği camızların yetiştirilmesine en uygun yer olarak görülmüştür. 1553’de Şehzade Mustafa’nın, babası Kanuni eliyle idamına sahne olmuş, şehzadenin cenaze namazı burada kılınmıştır.

Karaman eyaletinin Konya sancağına bağlı kazalarından birini teşkil eden Ereğli, 1530’da Aksaray sancağına dâhil edilmiş ise de daha sonra tekrar Konya’ya tabi kılınmıştır. Bu yüzyıl boyunca kazanın nahiyeleri genellikle Ereğli, Kilseme ve Karacadağ’dan oluşmuş, 1584’de Mindos eklenmiş, Ada ünitesi de Karacadağ ile birleştirilmiştir. Buna mukabil aynı tahririn icmalinde ise Ereğli, Bağlar, Karacadağ, Tond, Ada, Kilseme, İnemescidi ve Aköyük olmak üzere sekiz nahiyeye ayrılmıştır.

Osmanlı egemenlik sürecine kadar Ereğli’nin hâkimiyet mücadeleleri esnasında büyük bir tahribata uğradığı ve nüfusun azaldığı kroniklerden, vakıf ve tahrir defterlerinden anlaşılmaktadır. Nitekim XVI. yüzyılın başlarında küçük bir şehir hüviyeti sergileyen Ereğli, ancak bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren orta büyüklükte bir iskân merkezi hâline gelebilmiştir. Bu gelişmede Anadolu’nun en işlek caddelerinden biri olan Üsküdar-Şam bağlantısını sağlayan sağ kol üzerinde bulunmasının ve askerî menzil, kervan ile hac yollarının uğrak yeri olmasının etkisi büyüktür.

Osmanlı padişahlarının şark seferlerinde kullandıkları Üsküdar-Antakya güzergâhı Ereğli’de yön değiştirmiş Niğde-Sivas üzerinden Erzurum’a uzanmıştır. Teaschner, Osmanlı ordularının Ereğli’den itibaren kuzeydoğuya sapmalarını Karaman Döneminden aldıkları bir gelenekle ilişkilendirirken, yolu uzatmasına rağmen bunun terk edilememesini ise şarktaki yerleşmiş alışkanlıklardan kolayca vazgeçilememesine bağlamıştır. Yavuz Selim, İran ve Mısır, Kanuni Irak, IV. Murat da Bağdat ve Revan seferlerinde Ereğli menzilini kullanmışlardır. 1548’deki Irak seferi menzilnamesinde ordunun buradan kilesini dörder akçeden arpa satın aldığı zikredilmiştir.

II. Bayezit döneminde 1500’de altı mahalleli, 240 neferli (yaklaşık 792 kişi) küçük bir kasaba olan Ereğli’nin en kalabalık mahallesini Cami Mahallesi oluşturmuştur. I. Selim döneminde 1518’de mahalle sayısı aynı kalmakla birlikte nefer sayısı 297’ye çıkmıştır (yaklaşık 980 kişi). Kanuni’nin ilk yıllarında 1522 ve 1530’da altı mahalle yine sabit kalmış, nefer sayısı 317-316’ya yükselmiş (yaklaşık 1046-1033 kişi), 1539’da mahalle adedi yedi, nefer sayısı ise 368 (yaklaşık 1214 kişi) olmuştur. III. Murat döneminde 1584’de mahalle sayısında ve nüfusta çok ciddi bir artış meydan gelmiş, yirmi beş mahallede ikamet eden 1107 neferlik (yaklaşık 3653 kişi) bir nüfus ortaya çıkmıştır.

Önceki tahrirlerde Cami (Ulucami) Mahallesi en kalabalık mahalleyi teşkil ederken, bu dönemde Mescid-i Hacı İshak Mahallesi nüfusun en fazla yoğunlaştığı mahalle olarak öne çıkmaktadır. Bu dönemde şehir nüfusunun %361 oranında arttığı görülmektedir. Ayrıca, buna paralel olarak bir cami, bir medrese, üç zaviye ve on üç mescidin yanında, dükkân sayısı yirmi sekizden altmışa kadar çıktığı, en az on beş farklı meslek dalının icra edildiği, bir bedesten (Cağaloğlu) ile bir kervansarayın (Rüstem Paşa) bulunduğu ve dokuma sektörüyle doğrudan ilgili olan boyahanenin kapasitesinin genişlediği dikkat çekmektedir. Bu doğrultuda, gelişen boyacılık sektörü sosyal yaşantıyı etkilemesine ilaveten, boyacılık faaliyetinin yapıldığı yerlerde bulunan mahalle ve mescitlere de isim olmuştur. Buradan hareketle, Ereğli’deki hizmet, imalat ve sanayi sektörünün istenilen ölçüde olmasa da şehir sakinlerinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte gelişmiş olduğunu söylemek mümkündür.

Şehir merkezindeki iktisadî faaliyetleri ziraat, sanayi ve hizmet sektörü olmak üzere üçe ayırdığımızda; bütün tahrirlerde en büyük oranı ziraat, daha sonra hizmet, son olarak da sanayiden elde edilen gelirler oluşturmaktadır. Bunlardan tarım ürünlerde en büyük pay hububata, sanayi grubunda boyahanelere, hizmet sektöründe ise pazar vergilerine aittir. Vergi gelirlerinin 29.259 akçeden, 79.190 akçeye çıkması, bu dönemde çok ciddi bir iktisadi canlılığa işaret etmektedir.

Ereğli’ye bugün de hayat vermeye devam eden İvriz Çayı ile bu civardaki kar ve buzlar XVI. yüzyılda Osmanlı sarayının da dikkatini çekmiş, 26 Şubat 1570 tarihinde, Ereğli kadısına ve İç-il sancakbeyine gönderilen bir mühimme hükmünde; İvriz Yaylası’na kimsenin sokulmaması emredilmiş ve padişah için bol kar ile buz toplatıp göndermeleri istenilmiştir.

XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Konya-Ereğli yolu güzergâhında ticaret mallarının yağma edilip, insanların katledilmesiyle güvenlik zafiyeti oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu hattın emniyetini sağlamak hususunda, Hortu derbendinin boş, tehlikeli, eşkıya yatağı ve geçit mahalli olmasından dolayı şenlendirilmesi ve mevcut ahalinin de dağılmasını önlemek için çeşitli tedbirlere başvurulmuştur. Yine bu bağlamda, 1577 yılında Ereğli kadısına gönderilen bir hükümde, Ereğli şehir merkezinde bazı vergi muafiyetleri karşılığında menzil beygirleri beslemekle mükellef tutulan altmış haneden bazılarının ihmali yüzünden ulak beygiri bulunamadığının zikredilmesi ve 1642 tarihli bir avarız defterinde de Ereğli menzilinde ulak beygirlerine sürekli ihtiyaç duyulduğunun belirtilmesi, Ereğli’nin konumlandığı yol üzerindeki önemine işaret etmektedir. Menzil yapılanmasıyla ilgili olarak, Rüstem Paşa’nın 1565’te Mimar Sinan’a yaptırdığı kervansarayın yerleşme merkezlerinden ziyade, menzil hanlarında kullanılan bir plan tipinde inşa edilmiş olması, kervansaraydan bu amaçla da yararlanılmak istenildiği tarzında bir kanaat uyandırmaktadır.

Mekke, Medine ve Kudüs’ün Müslümanlar nezdindeki kutsiyetinden dolayı İslâm devletlerinin hanedan üyeleri ve yöneticileri, buradaki hac, su, suyolu, imar, eğitim, sağlık vb. hizmetleri ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik sayısız vakıflar kurmuşlar, bu vakıfların belirlenen amaçları doğrultusunda faaliyetlerini sürdürebilmeleri için de büyük mikyasta gelirler tahsis etmişlerdir. Ereğli topraklarının öşür geliri Karamanoğulları, Memluklar, Türkiye Selçukluları hatta Abbasiler Devrinden beri Medine-i Münevvere vakfına hasredildiğinden, Osmanlılar da bu durumu olduğu gibi kabul etmiştir. Ancak bu bağ ne zaman ve kim tarafından nasıl tesis edildiği kesin olarak bilinmemekte, fakat Abbasilerden Halife Me’mun dönemine kadar götürülmektedir. XVI. yüzyılda Ereğli kazasındaki toprakların öşür gelirlerinin %70-87’sinin Medine-i Münevvere vakfınca, geriye kalan %30-13’lük dilimin ise diğer vakıflarca tasarruf edildiği anlaşılmaktadır.

XVII. yüzyılın ilk yarısında sarsılan devlet otoritesi sebebiyle bütün Anadolu şehirleri gibi Ereğli de bu dönemki sosyal ve siyasi çalkantılardan nasibini almıştır. Bilhassa sahte seyyitler meselesi bu bağlamda zikredilmeye değerdir. Başına yeşil sarık saran, kendilerinin Hz. Peygamberin soyundan geldiğini iddia eden yüzlerce hazır yiyicinin yanında, katiller ve hırsızlar da takipten kurtulabilmek için seyyit kılığına girerek Ereğli’de oturmaya başlamışlardır. Sayıları her geçen gün artan ve kim oldukları bilinmeyen fakat hepsi de seyyit kıyafetinde dolaşan bu insanlar, yerli halkı rahatsız ettiği gibi, hükümeti de derin bir endişeye sevk etmişlerdir. Nitekim Köprülü Mehmet Paşa’nın İsmail Paşa riyasetinde gönderdiği heyet 11 Haziran 1659’da Ereğli’ye gelmiş, burada Hz. Peygamber soyundan geldiklerini ileri süren yeşil sarıklı, siyah cübbeli ve seyyit adıyla anılan 2.000 kişi toplatılmıştır. Bunların soyları incelendiğinde sadece yirmisinin gerçek seyyit, diğerlerinin sahte oldukları anlaşılmış, hatta bunlardan beşi de Yahudi çıkmıştır. XVI. yüzyıl tahrirlerinde ve mühimme defterlerinde Ereğli ve çevresindeki seyyitlerin yanında seyyit olduklarını iddia edenlere atıf yapılması ve XVII-XVIII. yüzyıl hac menzilnamelerinde şehir halkının ekseriyetinin seyyit olduğunun zikredilmesi, her dönemde burada kayda değer bir seyyit nüfusun varlığına işaret etmektedir.

1642’de eski mahallelerden bir kısmının adları kaybolmuş, bunun yerine yeni mahalleler tesis edilmiş veya isim değişikliği olmuş, mahalle sayısı yirmi bire, hane sayısı ise 370’e (yaklaşık 2.035 kişi) düşmüştür. Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sında yirmi iki mahallesi, her mahallenin kendine has birer mescidi, dört camisi, iki hamamı, iki de hanı bulunan bir “kasaba-i azîme” olarak bahsedilmiştir. Ayrıca su kaynaklarının bolluğu sebebiyle, eskiden beri şehri su almasın diye toprak dökülerek etrafına set oluşturulduğu zikredilmiş, bu bağlamda şehir ve çevresinde yapılan tarımsal faaliyetlere dikkat çekmiş ve doksan çeşit armut yetiştirildiğinden bahsedilmiştir.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde şehrin doğrudan İstanbul’daki darüssaade ağasına bağlı olduğunu, ağanın gönderdiği vekil aracılığıyla yönetildiğini, inzibat ve asayişi sağlamak için de vekilin emrine 100 süvari verildiğini bildirmektedir. Ayrıca kethüda yeri, yeniçeri serdarı, muhtesip, şehir naibi, şehir subaşısı ve su taksimi işiyle görevli bir mirabın varlığından söz etmektedir. Sayısı 6.000’i bulan bağ, bahçe ve tarlaların sırası ile mirab aracılığıyla sulanabildiğini, bahçelere hayat veren suyun “Peygamber Pınarı” adı ile anılan yerden geldiğini zikretmektedir. XVII-XVIII. yüzyıl hac menzilnamelerinde ise Ereğli menzili ahalisinin ekseriyetinin seyyit ve cemaatle namaz kılan nazik ve latif insanlardan oluşan, havası temiz, suyu, bağı, bahçesi ve meyvesi bol, koyun ve keçi etinin ucuz olduğu, aranan her şeyin bulunduğu, iki hamamı, hanları ve çarşıları olan muazzam bir kasaba olarak tasvir edilmektedir. Bu dönemin en önemli yapısı şüphesiz 1612 yılında Halep valisi olan Ekmekçioğlu Ahmet Paşa’nın başlatıp, Sadrazam Bayram Paşa’nın Bağdat Seferi hazırlıklarını yaparken 1637 yılında tamamlattığı kervansaraydır.

Ereğli’nin 1690-1839 tarihli hurufat defterlerinde; yirmi yedi mahalle, yirmi cami, kırk beş mescit, üç zaviye, on yedi medrese, altı muallimhane, iki mektep ve bir imaret kaydına rastlanması bu dönemde Ereğli’nin çok ciddi bir imar faaliyetine sahne olduğu gibi aynı zamanda eğitim merkezi hâline geldiğini de göstermektedir. Ayrıca sulanabilir alanlar için Andos Mezrası, Alan ve Yazlık harkları, Konur, Tekye ve Hızırlı harkları, Köstendil ve Anarı harkları, Karasu, Selkilim ve Güzen harkları, Viran Mahallesi harkı ve Kureyşi harkı olmak üzere yedi ayrı mirablık tesis edilmiş ve bunlar vakıf haline getirilmiştir.

İstanbul-Şam-Mekke güzergâhı üzerinde bulunan Ereğli, aynı zamanda hac ve surre alayları tarafından da kullanılmaktaydı. Hacıların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik yapılan yatırımlar ve harcamalar Ereğli ve benzeri yerleşmelerin ticaret hacminin ve fiziki yapısının gelişmesine ve genişlemesine katkı sağladığı muhakkaktır. Bu bağlamda, Ereğli’ye gelen hacıların şehir merkezinde bulunan hanlarda konakladıkları, cumartesi günü de konaklanan muhitin etrafında büyükçe bir pazar kurulduğu bildirilmektedir. Ereğli menzili, Şam yolunun yarısı kabul edilmekte, kafilenin burada bir gün ikamet ettiği ve katırcılara yevmiye verildiği zikredilmekte, katırcılara burada kira bedeli ödendiği için “katırcı oturağı” adıyla anıldığı tahmin edilmektedir. Yine bu doğrultuda, Ereğli’nin hacıların ve yolcuların uğrak yeri olması hasebiyle, kahvenin kavrulup öğütüldüğü ve tüketiciye hazır hâle getirildiği bir tahmise ihtiyaç duyulduğu, 1766’da Tufanzade İbrahim tarafından inşa edildiği ve işletildiği anlaşılmaktadır.

XVIII. yüzyılın başlarına kadar yolların güvenliğini sağlayan derbent* teşkilatının bozulması üzerine devlet, bazı tedbirler alarak, Karaman eyaletinden itibaren yol üzerinde bulunan boş ve harap vaziyetteki hanları tamir ettirerek, şenlendirmeye çalışmıştır. Bu bağlamda 1720 yılından itibaren, eşkıyaya karşı yolların emniyetini sağlamak amacıyla, büyük bir çalışma içine girilmiş ve hac yolu üzerinde Akşehir ile Gülek Boğazı arasında bulunan harap vaziyetteki derbentler tamir ettirilerek, çeşitli yapılarla donatılmıştır. Bu bağlamda Ereğli yakınlarındaki Hortu ve Çavuşlu derbentlerine bir yandan köprü, cami, han ve dükkanlar inşa edilirken, diğer yandan da buraları şenlendirme yoluna gidilmiştir.

XVIII-XIX. yüzyıllarda Bozok merkez olmak üzere Orta Anadolu’da hâkimiyet kuran Çapanoğullarının bir ara nüfuzu altına giren Ereğli, 1812 yılında bu aileden Süleyman Bey’in kethüdasının yağmasına sahne olmuştur. 1832’de Mısır kuvvetleriyle Anadolu’da ilerleyen Kavalalı İbrahim Paşa’nın kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, 1833 Kütahya Antlaşması ile boşaltılınca yeniden Karaman vilayetine bağlanmıştır. Tanzimat’ın etkisiyle 1867’de belediye teşkilatı kurulmuş, 1868’de iptidaiye ve rüştiye mekteplerine kavuşmuş, aynı yıl hassa piyadesinin dördüncü taburu oluşturulmuştur.

1838 Ekiminde Ereğli’ye uğrayan Moltke: “Dağların eteğinde ağaçlar altına gömülmüş, oldukça büyük, fakat hemen hemen boşalmış bir kasaba…” olarak tasvir ederken, İvriz Çayı’nın dağlardan iç açıcı bir şekilde çıkarak romantik bir vadiden çağlaya çağlaya aktığını yazmıştır. Moltke’nin izlenimlerinden bu dönemde şehrin ciddi bir nüfus kaybına uğradığı, ekonomisinin zaafa uğradığı şeklinde bir kanaate varmak mümkündür. Fakat şehrin gelişmesini menfi yönde etkileyen faktörlerin neler olduğu bizce meçhuldür.

1840 tarihli temettuat kayıtları esas alınarak yapılan bir çalışmada; şehir merkezi ile köylerin nüfusları ayırt edilmeden kaza nüfusunun 1696 hane, yaklaşık 8.480 kişi olduğu zikredilmiş, 1868 tarihli Konya Vilayet Salnamesi’nde 9.139 Müslim ve gayrimüslimden ibaret olduğu belirtilmiş, 1889 tarihli Kamusü’l-a’lam’a göre Ereğli şehir merkezinde 300’ü Ermeni, 200’ü Rum olmak üzere toplam 4.600 kişi yaşadığından bahsedilmiş, 1894’te ise (1.380 hane) 6.593 kişilik bir nüfus verilmiştir.

XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Kafkasya ve Makedonya göçmenlerinin bir kısmı Ereğli ve çevresine yerleştirilmiş, bilhassa, Kırım göçmenlerinin beraberlerinde getirip burada yetiştirdikleri beyaz kiraz, kısa bir süre içinde Ereğli’nin sembolü haline gelmiştir.

1869 tarihli Konya Vilayeti Salnamesi’nde şehir merkezinde on cami ve mescit, on iki medrese, bir Ermeni kilisesi, 159 dükkân, dört han, bir hamam, bir debbağhane, beş bezirhanenin mevcudiyetinden bahsedilmekte, tarım ürünlerinden buğday, arpa, çavdar, nohut, zeyrek, boya ve cehriye atıf yapılmaktadır. Öyle ki burada üretilen kökboyanın Konya yoluyla Almanya’ya gönderildiği, bu durumun madenî boyanın üretimine başlanmasına kadar devam ettiği bildirilmektedir.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru Ereğli’de on üç mahalle, dört camii, on sekiz mescit, üç han ve 300 kadar da dükkân bulunuyordu. İstanbul’dan hareket eden hacı kafilelerinin ve doğu seferine çıkan orduların yolu üzerinde önemli bir konaklama yeri durumunda olan şehir, XX. yüzyılın başlarından itibaren de Haydarpaşa-Bağdat demiryolu üzerinde bir istasyon olarak ulaşımdaki rolünü sürdürmüştür. Millî Mücadele esnasında 1922 yılında Hilâl-i Ahmer yararına at koşuları ve müsamereler tertip edilmiş, elde edilen gelir orduya gönderilmiştir.

 

Rüstem Paşa Kervansarayı
Ereğli Ulu Camii

DOĞAN YÖRÜK

BİBLİYOGRAFYA

  • BOA MAD, 3074, 174-179; BOA MD, 40, 103/229; BOA MD, 9, 5/13; BOA TT, 387, 149-158/1; BOA TT, 40, 1017-1088; BOA TT, 415, 260-325; BOA TT, 455, 257-367; BOA TT, 63, 301-368; TK, 113, 313-384; TK, 564, 69-72; TK, 565, 160-174; TK, 584, 51-55; Aksarayî, Müsameretü’l-Ahbar, 2000, 23; Tarih-i Âl-i Osman, 1332, 172; Altan, 1996, 48; Atalar, 1993, 59; Baykara, 1988, 54; Bildirici, 1994, 228; Çelik, 1990; Çetin, 2007, 338, dn. 311; Erdem, 2002, 393;
  • ; Evliya Çelebi, Seyahatname, 1999, III/23; Gürbudak, 1993, 21-42; KVS, 1285/1868, 104; 1286/1869, 120; 1312/1894, 281-282; Halaçoğlu, 2002, 51-138; Haydar Çelebi, ts., 65, 97; Moltke, 1969, 222; İbn Bibi, el-Evamir, 1969, I/41; Tevarih-i Âl-i Osman, 1991, VII/274, 299; İnalcık, 1999, 118; Jorga, 2009, II/146; Kamusü’l-a’lam, 1996, II/273; Kâtip Çelebi, Cihannüma, 1145, 616-617; Konyalı, 1970, 181, 220, 289, 224-226, 427, 559-561, 791-811;
  • Merçil, 2000, 116-117, 254; Mert, 1993, 221-224; Tarih-i Naima, 2007, IV/1838; (Matrakçı), 1976, 18, 68; Oral, 1958, 83, 89; Orhonlu, 1973, 200; a. mlf., 1990, 107; Halaçoğlu, 1991, 94-108; Özcan, 2005, 313; Özergin, 1959, 27-145; Sak-Çetin, 2005, 216-229; Sapancalı Hüsnü, 2010, 57-78; Sahillioğlu, 1967, 17; Senan, 1961, 27-52;
  • Sümer, 2001b, 456; Şikâri, 1946, 72, 103, 197-198; Tacü’t-tevarih, III/95-96, 102; Tekindağ, 1963, 54-55; Temel, 2011, 54-157, 236-242; Küçük Asya, III/91-92; Tuncel, 1995, 290-292; Turan, 1997, 696; Turan, 1993, 217, 511; Turan, 1951, 452; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II/193-194; Ünver, 1953, 553; Yaman, 2007, 24, 28; Yassıbaş, 2003, 24; Yılmaz, 1996, 127-273; Yörük, 2009, 35-48, 183-190; Yörük, 2010.
  • BOA MAD, 3074, 174-179; BOA MD, 40, 103/229; BOA MD, 9, 5/13; BOA TT, 387, 149-158/1; BOA TT, 40, 1017-1088; BOA TT, 415, 260-325; BOA TT, 455, 257-367; BOA TT, 63, 301-368; TK, 113, 313-384; TK, 564, 69-72; TK, 565, 160-174; TK, 584, 51-55; Aksarayî, Müsameretü’l-Ahbar, 2000, 23; Tarih-i Âl-i Osman, 1332, 172; Altan, 1996, 48; Atalar, 1993, 59; Baykara, 1988, 54; Bildirici, 1994, 228; Çelik, 1990; Çetin, 2007, 338, dn. 311; Erdem, 2002, 393;
  • ; Evliya Çelebi, Seyahatname, 1999, III/23; Gürbudak, 1993, 21-42; KVS, 1285/1868, 104; 1286/1869, 120; 1312/1894, 281-282; Halaçoğlu, 2002, 51-138; Haydar Çelebi, ts., 65, 97; Moltke, 1969, 222; İbn Bibi, el-Evamir, 1969, I/41; Tevarih-i Âl-i Osman, 1991, VII/274, 299; İnalcık, 1999, 118; Jorga, 2009, II/146; Kamusü’l-a’lam, 1996, II/273; Kâtip Çelebi, Cihannüma, 1145, 616-617; Konyalı, 1970, 181, 220, 289, 224-226, 427, 559-561, 791-811;
  • Merçil, 2000, 116-117, 254; Mert, 1993, 221-224; Tarih-i Naima, 2007, IV/1838; (Matrakçı), 1976, 18, 68; Oral, 1958, 83, 89; Orhonlu, 1973, 200; a. mlf., 1990, 107; Halaçoğlu, 1991, 94-108; Özcan, 2005, 313; Özergin, 1959, 27-145; Sak-Çetin, 2005, 216-229; Sapancalı Hüsnü, 2010, 57-78; Sahillioğlu, 1967, 17; Senan, 1961, 27-52;
  • Sümer, 2001b, 456; Şikâri, 1946, 72, 103, 197-198; Tacü’t-tevarih, III/95-96, 102; Tekindağ, 1963, 54-55; Temel, 2011, 54-157, 236-242; Küçük Asya, III/91-92; Tuncel, 1995, 290-292; Turan, 1997, 696; Turan, 1993, 217, 511; Turan, 1951, 452; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II/193-194; Ünver, 1953, 553; Yaman, 2007, 24, 28; Yassıbaş, 2003, 24; Yılmaz, 1996, 127-273; Yörük, 2009, 35-48, 183-190; Yörük, 2010.