SELAHAADİN-İ ZERKUP

Konyalı sarraf, Hz. Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî’den sonraki halifesi ve dünürü.

29 Kasım 1244 tarihinde Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelişiyle (Gölpınarlı, 1959, 159) hayatının akışı değişen ve mâna âlemine dalan Mevlâna, Şems’in 5 Aralık 1247 günü ikinci kayboluşundan sonra iki kez Şam’a giderek onu aradı ve sonunda ümidini keserek Konya’ya geri döndü (Sultan Veled, 1976, 71-77). Şems’in bilinmeyen akıbetiyle ondan ayrılan Mevlâna bir kenara çekilip, şiir, sema ve manevi irşatla vaktini geçirdi. Eskisi gibi halkın içine karışmadığı gibi, vaaz vermedi, medresedeki eğitim ve öğretimine de devam etmedi.

Vaktini bu şekilde geçirdiği dönemlerde Burhaneddin-i Tirmizî’nin meclislerinden tanıdığı ve sarraflıkla uğraştığı için “Zerkûb” diye anılan Selahaddin Feridun’u çevresindekilerin itirazlarına rağmen Şems’in yerine 1249 yılında halife yaptı. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, ileriki zamanlarda kayınpederi olacak Selahaddin’e İbtidânâme adlı eserinde bir bölüm ayırarak bu bağlanma olayını şöyle nakleder:

“Şeyh (Mevlâna) bu coşkunluk âleminde iken, müritlerinden biri onun yakınlığına erişti; yakınlık atına bindi.

O, yedi göğün de yedi yerin de kutlusuydu, lâkabı da Padişah Selâhaddin’di.

Hâl sahibi şeyh (Mevlâna) onu gördü, abdâl bölüğünden onu seçti. Yüzünü ona çevirdi, herkesi bıraktı, ondan başkasıyla konuşmayı yanlış saydı.

(Mevlâna) bana ‘Şems diyordum ya!’ dedi. Niçin uyuduk biz? Elbisesini değiştirdi, yüzünü göstermek için salına salına gene geldi.

Tastan içtiğin şarap, tas (Şems) gittiyse de yine o aynı şarap değil mi?

Dostlara sevgiyle dedi ki benim dünyada kimseden korkum yok. Sizinle de işim yok. Hepiniz Selâhaddin’in çevresinde toplanın.” (Sultan Veled, 1976, 79).

Hz. Mevlâna, oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi döneminin olaylarını nakleden Eflaki de Mevlâna ile Selahaddin’in hemdem oluşunu şu cümlelerle dile getirir:

“Şeyh Selâhaddin Hazretleri gençliğinde Mevlâna’ya ulaşıp, mürit olmadan önce Muhakkık-ı Tirmizî’ye mürit olmuştu ve ona hizmet ederdi. Daima onunla oturup kalkardı. Şeyhimiz Selâhaddin’in annesi, babası Konya civarında bir göl kenarında bulunan Kâmile köyündendi. Bu bölgede balık avlamakla geçinirlerdi. Muhakkık-ı Tirmizî, Konya’dan Kayseri’ye gidip (638/1240) orada öldüğü vakit (639/1241) (Tirmizî, 1972, 15-17) Şeyh Selâhaddin de annesi ve babasını görmeye gitmişti. Orada onu evlendirdiler. Şeyh bir müddet orada kaldı. Artık bu hayata alışmıştı. Bir gün Konya’ya geldi. Ebu’l-fazl (bugünkü İplikçi Camii) Camii’nde Cuma namazına gitti. O gün Mevlâna Hazretleri vaaz ediyor ve büyük heyecanlar gösteriyordu. Hocası Muhakkık-ı Tirmizî hakkında birçok şeyler anlatıyordu. Birdenbire Tirmizî’nin hâlleri Mevlâna’nın zatında Selâhaddin’e göründü. Selâhaddin bir feryat kopararak kalktı, Mevlâna’nın minberinin altına geldi. Mübarek başını açtı, baş koyup; Mevlâna’nın ayaklarını öptü, onlara yüzünü gözünü sürdü. Mevlâna ona iltifatlarda bulunarak “Nerelerdeydin?” diye sordu. O da “Evlendim, sizin büyüklüğünüzden ve sohbetinizden mahrum kaldım” diye cevap verdi. Mevlâna “Hayır, hayır; sen bizdensin bizim canımızsın” diyerek Selâhaddin’in elinden tuttu. Kendisine sohbet arkadaşı yaptı.” (Eflaki, 1989, II/122, 123)

Yine Eflaki’ye göre; aynı zamanda Mevlâna’nın babası Baha Veled’in öğrencisi olan Muhakkık-i Tirmizî şöyle demişti: “Bana şeyhim Sultânü’l-ulemâ’dan iki büyük şey nasip olmuştur. Biri söz fesahatı, diğeri hâl güzelliği. Söz fesahatini Mevlâna’ya verdim. Hâlimi de Şeyh Selâhaddin’e bağışladım.” (Eflaki, 1989, a.y.)

Yine, aynı dönem hakkında bize bilgiler veren Sipehsalar da risalesinde Mevlâna ve Selahaddin arasındaki dostluk bağının kurulmasını şu cümlelerle nakleder:

“Selâhaddin tasavvufa girişinden itibaren güvenirlik ve dindarlığı ile meşhur olup, sarraflıkla uğraşırdı. Her şeyden sıyrılıp Mevlâna’ya yönelmesinin sebebi şudur: Bir gün, her zaman olduğu gibi dükkânında sarraflık işiyle meşguldü. Tesadüfen o gün de Mevlâna heyecan ve coşku içindeydi. Sarraflar çarşısına geldi, birden bire Selâhaddin’in dükkânına girdi ve içinde bulunduğu coşku hâlinden dolayı onun çekiç seslerinin ahengiyle semâ’a başladı. Selâhaddin Mevlâna’nın semâ sebebinin kendi çekiç darbelerinden olduğunu anlayınca durmadı, altın plakalar zâyi olacak diye düşünmeden dövmeye devam etti. Bir süre sonra Mevlâna semâ’ı bitirip Selâhaddin’in elinden tuttu ve dükkânın dışına çıkardı. Bir müddet sohbet ettiler. Bu sohbet sonunda gönül aynasının parladığını hisseden Selâhaddin, Mevlâna’ya bağlanıp ona mürit olma şerefine erişti. Mevlâna da bu hususta şu şiiri söyledi:

“Sen sarrafların işini altın yaptın ey Selâhaddin! Sen yüz kişiye bedelsin.”

Mevlâna, Şeyh Selahaddin’i kendisine dost ve halife seçtikten sonra, Şems’in kaybolmasından dolayı içinde bulunduğu coşkunluk hâli yatıştı. Öyle ki; Şems’in hâlini değişik bir şekilde Selahaddin’de görmüştü. Bu andan itibaren onunla oturup kalkmaya başka bir hemdem aramamaya başladı. İşte bu sırada kıskançlık yine sahneye çıktı. Şems’le olduğu dönemlerdeki gibi Mevlâna’yı Selahaddin’den kıskanmaya başladılar.

Sultan Veled İbtidânâme’sinde bu kıskançlık olaylarına geniş yer verir ve şöyle anlatır:

“Birbirlerine, birinden kurtulduk ama dikkat edersek görürüz ki yine tuzaktayız.

Bu gelen (Selahaddin) öncekinden (Şems) de beter. Önceki nurdu, buysa kıvılcım. Onun üstünlüğü vardı, bilgisi vardı; söz söyleyişi, yazması vardı. Hem söyler hem anlatırdı.

Hepimiz de bu adamı (Selahaddin) biliyoruz; hepimiz de aynı şehirdeniz, aynı sofrada oturmaktayız.

Ne yazı yazmayı bilir, ne bilgisi var, ne söz söylemesi, Bize karşı bir üstünlüğü de yok.

Fâtiha’yı bile doğru okuyamaz; ona birisi bir şey sorsa, durur kalır cevap veremez.” (Sultan Veled, 1976, 88)

Haset edenlerin bu tür sözleri o derece ileri gitmişti ki Selahaddin’i öldürüp; aradan çıkarmayı dahi düşünüyorlardı (Sultan Veled, 1976, 92). Bu haber Selahaddin’in kulağına gelince kendinden emin bir tavırla şöyle dedi:

“Şu kadarcık bile Hakk’tan haberleri yok ki! O’nun emri olmadıkça bir çöp bile kıpırdamaz. Mevlâna beni herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorlar. Bilmiyorlar ki benim apaçık bir görünüşüm yok; ben sadece bir aynayım. Mevlâna, bende kendi yüzünü görüyor. Ne diye kendini seçmesin? O kendi güzelim yüzüne âşık. Bundan başka bir şey düşünmek kötü bir şey.” (Sultan Veled, 1976, 92-93)

Mevlâna, bu olaylar üzerine müritleri arasında bulunan bu hasetçilere yüzünü dönmüş; onlarla konuşmaz olmuştu. Bu kişiler bir müddet sonra yaptıkları hatanın büyüklüğünü anlamışlar, Mevlâna ve Selahaddin’den bağışlanmayı istemişlerdi. Sonunda her ikisi de bu haset çıkaran müritlerini bağışlar ve eskisi gibi sohbetlerine alırlar (Sultan Veled, 1976, 106-108).

Çevredeki dedikodu ve Selahaddin’e olan itimatsızlığı bu şekilde ortadan kaldıran Mevlâna, oğlu Sultan Veled’e sıkı sık tembihlerde bulunarak: “Bundan böyle Selahaddin’e, o dosdoğru padişahlar padişahına uy” der. Babasının sözü ve tavsiyelerinden bir an bile geri durmayan Sultan Veled de bu söze uyarak: “Gerçeklikle niyaz ederek ona yüz tuttum; aşkla niyaz ederek ona kul oldum” (Sultan Veled, 1976, 81) buyurur.

Sultan Veled, Farsça divanda da Selahaddin’in adını birçok şiirde zikreder; bir beytinde de ona baba diye hitap eder:

“Hak ve dinin salâhı, Veled’e hem baba oldu hem de canı

O baba olunca (sen de) O’na oğulluk yap.”

(Sultan Veled, 1941, 46, Gazel Nu. 59/11)

Selahaddin de Sultan Veled’e tavsiyelerde bulunarak: “Benden başka bir şeyhe bakma ki gerçek şeyh benim... Şeyhin sohbeti, Allah’ı gafletle anmaktan daha iyidir. Çünkü onun sohbeti kendisinden değildir; Tanrı sıfatlarındandır... Şu topraktan yaratılmış bedende Tanrı nuruyum ben, topraktan değil, göklere mensubum.” (Sultan Veled, 1976, 122 vd.)

Çevresindekilerin ümmi olarak nitelendirdikleri, (hum, küp) kelimesini yanlış telaffuzla (hunb, çömlek, tas) olarak söyleyen (Feridun Sipehsalar, 1977, 135) Selahaddin nasıl olur da bu makama erişir? Hz. Mevlâna’nın en yakın dostu ve halifesi olur? Muhtemelen akla gelebilecek bu soruyu Eflaki’nin bir nakli cevaplar gibidir. Eflaki’nin Sultan Veled’den nakline göre:

“Bir gün Şeyh Selâhaddin Mevlâna’ya: “Benim içimde örtülü nur çeşmeleri vardı, fakat benim bundan haberim yoktu. Sen benim gözümü öyle açtın ki bütün bu nurlar gözümün önünde deniz gibi coştular” (Eflaki, 1989, II/127) der.

Şems’ten sonra Selahaddin’le sükûnetli bir hayat yaşayan Mevlâna, onun kızlarına da yakın davranıp, eğitimlerinde yardımcı oluyor; bilhassa büyük kızı Fatıma’ya yazı yazmayı ve Kur’an okumayı öğretiyordu (Bediuzzaman Furuzanfer, 1966, 135). Fatıma benim sağ gözüm, kardeşi Hediye de sol gözümdür”, diye onlara iltifatlarda bulunuyordu (Eflaki, 1989, II/135). Mevlâna ileriki yıllarda Fatıma’yı oğlu Sultan Veled’le evlendirerek (1250 ile 1259 yılları arası), Selahaddin’le olan dostluğunu aile bağıyla perçinlemiştir. Kardeşi Hediye’yi de yine yanında büyüyen ve 15 Cemaziyelevvel 694/4 Nisan 1295 tarihli Dîvân-ı Sultan Veled nüshasını da istinsah eden Nizameddin-i Hattat’la evlendirmiştir (Eflaki, 1989, II/142 vd.; Sultan Veled, 1941, 88 vd.).

Mevlâna’nın nesebi, oğlu Sultan Veled’le Fatıma Hatun’dan doğan çocuklar aracılığıyla devam ettiği için Mevleviliğin gelişmesi ve yayılmasında Selahaddin’in de kan bağını göz ardı etmemek gerekir. Nitekim Sultan Veled’le Selahaddin’in kızı Fatıma Hatun’dan doğan Ulu Arif Çelebi hakkında Mevlâna şöyle demiştir: “Bahâeddîn (Sultân Veled) ben bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum... Bunlar; Bahâ Veled, Muhakkık-ı Tirmizî, Şems-i Tebrizî, Selâhaddin Çelebi Hüsâmeddîn benim ve senin” (Eflaki, 1989, II/237).

Sultan Veled’in deyimiyle Mevlâna ve Selahaddin on yıl sütle şeker gibi uyum içinde hemdem olarak yaşadılar. Bu iki madenin karışımından altın meydana geldi (Sultan Veled, 1976, 87, 137).

Yaşça Mevlâna’dan daha büyük olan Selahaddin, bir gün zayıf vücuduna yenik düşüp hastalandı. Mevlâna sürekli kendisine ziyarete gelmekte; bazen de bir an önce sağlığına kavuşması dileğiyle mektup yazmaktaydı. Mevlâna şiirlerle süslediği mektubunda şöyle der:

“Allah gölgesini uzatsın, ömürler versin. Gönül ve gönül sahiplerinin efendisi dünyanın-ahiretin kutbu, Selâhaddin’in bir zamandır tırnaklarına çöken dertten şikâyetten bulunduğunu hatırlıyorum. Yüce Allah ona sağlık-esenlik versin. Bütün insanların sağlığı ve esenliği onun sağlığındadır; onun esenliğindedir. Bir tek kişidir ama bin er kişidir demektir o.

Ey yürüyen selvi! Dilerim güz yeli esmesin sana;

Ey Dünya’nın gözü! Dilerim kötü göz değmesin sana.

Göğün de canısın sen, yeryüzünün de

Canına rahmetten, rahattan başka bir şey erişmesin

Beni hasta edenin hastalandığını duydum;

Keşke onun yerine ben hasta olsaydım:

Allah’ım! Dilerim ki bu hastalık,

Ona esenlik olsun, nimetlere kavuştursun onu.

O yüzden râzılığı elde etsin.

Ey canlarımızın rahatı, huzuru!

Beden ağrısı, cisim sızısı uzak olsun senden;

Ey gören gözümüz bizim! Kötü göz uzak olsun senden.

Ey Ay! Senin sağlığın, dünyanın canının sağlığıdır;

Ey ay yüzlümüz bizim! Bedenin sağ-esen olsun.

Ey bedeni, can hâline gelen! Bedenin afiyette olsun;

Lûtuf gölgen başımızdan eksik olmasın.

Gül bahçesine benzeyen yüzün, daima yeşersin;

Çünkü o, gönlün beslenme yeridir; yeşilliğimizdir, ovamızdır bizim

Ağrın sızın, canımıza gelsin de tek bedenine gelmesin senin;

Böylece de o ağrın sızın, akıl gibi canımızı bezesin bizim.”

(Eflaki, 1989, II/145; krş. Mevlâna, Mektuplar, 218 vd.).

Hastalığı uzun süren ve bu yüzden ıstıraplar çeken Selahaddin, Mevlâna’ya: “Müsâade et de şu zahmetten kurtulayım, o cana can katan denize, o gönüller açan köşke kavuşayım” (Eflaki, 1989, II/144) ricasında bulundu.

Bunun üzerine Mevlâna iki-üç gün Selahaddin’in ziyaretine gitmedi. Selahaddin, bu olaydan artık göç zamanının geldiğini anlamıştır. Kısa süre sonra da 29 Aralık 1258 günü vefat eder (Sultan Veled, 1976, 138).

Selahaddin, sağlığında: “Benim cenazeme davul, dümbelek ve def çalanları çağırın. Güle oynaya hoş-neş’eli, mest olmuş bir halde el çırpa çırpa götürün beni mezarıma. Herkes de bilsin ki Allah erenleri kavuşmaya gülerek giderler. Onların ölümleri zevktir, sefâdır, düğündür; makamları hûrilerle beraber Adn cennetidir.” buyurmuştur (Sultan Veled, 1976, 141 vd.).

İşte bu vasiyeti üzerine Selahaddin’in cenazesi davul, dümbelek, def çalınarak; sema edilerek, neşe içerisinde mezarına götürüldü. Tertemiz bedeni, Mevlâna’nın babası Sultanülulema’nın yanı başında toprağa verildi (Sultan Veled, 1976, 141 vd.).

Gazellerinde zaman zaman “Selâhaddin” mahlasını da kullanan Mevlâna, Selahaddin’in ölümünden sonra söylediği bir gazelinde üzüntülerini şu beyitlerle dile getirir:

“Ey ayrılığıyla yeryüzünü de gökyüzünü de ağlatan sevgili! Gönül kanlar içinde otura kalmış, akıl ile can ağlamaya koyulmuş.

Dünyada yerine konacak, bir tek kişi bile yok; senin yaşında mekân âlemi de ağlamaya koyulmuş; mekânsızlık âlemi de.

Cebrâil’le meleklerin kanatları mosmor olmuş. Peygamberlerin gözleri de yaşlar döküyor, erenlerin gözleri de.

Yazıklar olsun ki şu yas içinde sözümün tadı-tuzu kalmadı ki nasıl ağladılar bir örnek göstereyim.

Bu evden sen gittin, devlet tavanı çöktü; hâsılı, imtihan olanlara devlet bile ağlamaya koyuldu.

Gerçekten de sen bir kişi değildin, yüz âlemdin sen. Dün gördüm, o dünya da bu dünya da ağlıyordu.

Gözden uzaklaşalı, göz de senin ardından gitti; can gözsüz kaldı da kanlar saçarak ağlamaya koyuldu.

Gayretin olmasaydı bulutlar gibi gözyaşı yağdırırdım, yağmurlar gibi ağlardım. Fakat gönlün, kanlar saçarak bu tür gizlice ağlayışı daha iyi.

Katre katre gözyaşı dökmek de nedir? Ayrılığınla tulumlardan su boşanırcasına ağlamak, her solukta kanlı yaşlar dökmek, her an ağlamak gerek.

Ah yazık! Eyvah yazık! Yazıklar olsun, yazık! Öyle bir can gözüne baş gözü, ağlamaya koyulmuş.

A padişah Selâhaddin! A hızlı uçan, ateşli giden devlet kuşu. Yaydan ok fırlar gibi uçtun gittin, yay da ağlıyor şimdi.

Selâhaddin’e ağlamayı herkes ne bilsin? O ağlayışı, insanlara ağlamayı bilen bilir.” (Mevlâna Celaleddin Rumi, 1992, IV/89)

NURİ ŞİMŞEKLER

BİBLİYOGRAFYA

  • Sultan Veled, 1976; Gölpınarlı, 1959; Tirmizî, 1972; Eflaki, 1989, II; Sultan Veled, 1941, 46, Gazel Nu. 59/11; Feridun Sipehsalar, 1977, 135; Bedîüzzamân Furûzanfer, 1986, 135; Mevlâna, Mektuplar, 1963, 218 vd., Mektup Nu. CL; Mevlâna Celaleddin Rumi, 1992, IV/89, Gazel Nu. CLXXX.