SULTAN VELED

(Bahaeddin Muhammed Veled) (25.04.623/24.04.1226-10.07.712/11.11.1312) Mevlevi şeyhi, mutasavvıf, şair ve yazar.

Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin büyük oğludur. Şimdiki Karaman vilayeti olan Larende’de doğdu. Adı Bahaeddin Muhammed Veled’dir; ancak bazı kaynaklarda Bahaeddin Ahmed olarak da geçer. Daha çok Sultan Veled adıyla tanınmış ve şiirlerinde Veled mahlasını kullanmıştır. Babası, Mevlâna Celaleddin Muhammed, dedesi Sultanülulema Bahaeddin Veled ve büyük dedeleri, Celaleddin Hüseyin ve Ahmet el-Hatibî’dir. Annesi, Semerkantlı Lala Şerefeddin’in kızı Gevher Hatun’dur.

Babasının mübarek kollarında uyuyarak büyüdü; ondan hiç ayrılmadı. On yaşına girince teşkil olunan bütün toplantı ve mahfillerde onun yanında oturdu ve küçük yaştan itibaren babasının teveccühüne mazhar oldu. Yaratılış ve ahlak bakımından babasına çok benzemekteydi.

Çok küçük yaşlarda okuyup yazmaya başladı ve ilk tahsilini babasından aldı. Gençliğinin ilk yıllarında babasından Hanefi fıkhının büyük kitabı Hidâye’yi okudu; sonra babasının isteği doğrultusunda kardeşi Alâeddin ile birlikte Şam’a gitti ve öğrenim gördü. Şam’daki eğitimiyle dinî ilimleri tam manasıyla öğrendi ve bu alanda en üst seviyeye yükseldi. Fıkıh alanındaki bilgi ve yorumlarıyla Hanefi fukahası hakkında yazılan Tabakât kitaplarında Mevlâna ile birlikte fukahanın en meşhurları arasında yer aldı. Bu ilimlerin yanında, yine babasından, Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî’den, Şems-i Tebrizî, Şeyh Selahaddin, Çelebi Hüsameddin ve Şeyh Kerimeddin’den de birçok sır ve bilgi öğrendi.

Her hususta babasına uymuş, sözünden hiç çıkmamış, onun yolunda yürümüş, onun öğütleriyle tarikata intisap edip halifelerine bağlanan Sultan Veled, ilk olarak dedesi Bahaeddin Veled’in vefatından bir yıl sonra, 629’da (1231) Konya’ya gelen ve dokuz yıl halifelik görevinde bulunan Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî’ye bağlandı. Tirmizî’nin 638’de (1240) vefatından sonra, yine babasını takip ederek, sırasıyla Şems-i Tebrizî (ö. 645/1247); Şeyh Selahaddin (ö. 657/1258 veya 662/1263) ve Çelebi Hüsameddin’e bağlandı ve bu bağlılık Mevlâna’nın 672’de (1273) vefatına kadar sürdü.

Mevlâna’nın ölümünden yedi gün sonra Çelebi Hüsameddin başta olmak üzere müritler tarafından, onun yerine geçmesi istenmişse de o: “Sûfî hırkaya, yetim de sanata yaraşır. Sen, babamın zamanında halifemiz ve arkadaşların büyüğü olduğun gibi, bu dönemde de halifemiz ve büyüğümüzsün; şahın vasiyeti gereği taht ve halifelik senindir.” diyerek bu isteği kabul etmedi.

Çelebi Hüsameddin’in 683’de (1284) vefatından sonra da kendisini tam olgun görmediği için, Kerimeddin b. Bektemur’a bağlandı. Kendi ifadesiyle yedi yıl da onun hizmetinde bulundu. Bu süre zarfında, bir taraftan Şeyh Kerimeddin’in irşadı altında kendini kemale erdirmeye çalıştı; bir taraftan da müritlerin isteğiyle babasını temsil etmeye başladı ve Mevlâna zamanında bir nüve hâlinde bulunan, fakat henüz kurulmamış olan Mevleviliği babası adına kurmaya, etrafa gönderdiği halifelerle bu mesleği yaymaya koyuldu. Şeyh Kerimeddin’in 690’da (1291) vefatından sonra, hem şeklen, hem manen halifelik görevini üstlendi. Mevleviliği teşkilatlandırdı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Kadın ve erkek çok sayıda insanı mürit yaptı; onlara sayısız bağışta bulundu. Her yere bir halife atadı. Anadolu, hatta bütün dünya halifelerle doldu. Ayrıca bu halifelere icazetnameler yazdı; bunların her biri ayrı ayrı müritler edindiler ve çok sayıda insan onlardan faydalandı.

Sultan Veled, 10 Recep 712’de (11 Kasım 1312) Cumartesi günü seksen altı yaşında iken Konya’da vefat etti ve babasının sağ tarafına defnedildi. Sultan Veled’den sonra bu makama Çelebi Emir Arif adıyla meşhur oğlu Celaleddin Feridun geçti.

Selçuklu ve Moğol sultan ve emirleri, valileri, beyleri, yerel beyler ve ileri gelen herkesle iyi geçindi; onları kendisine bağlamasını bildi. Hatta bu bağlamda onlara övgü şiirleri de söyledi.

Mevlâna’nın isteği doğrultusunda Şeyh Selahaddin’in kızı Fatma Hatun ile evlendi ve bu evlilikten Celaleddin Emir Arif Çelebi (Feridun) adında bir oğlu, Mutahhara Hatun (Abide) ve Şeref Hatun (Arife) adlarında iki kızı dünyaya geldi. Fatma Hatun’dan sonra cariyeleri Nusret Hatun ve Sünbüle Hatun ile evlendi. Nusret Hatun’dan Çelebi Şemseddin Emir Abit; Sünbüle Hatun’dan da Çelebi Salahaddin Emir Zahit ve Çelebi Hüsameddin Emir Vacit adlarında üç oğlu daha oldu.

“Babasının verdiği bilgiden ve velilikten başka Veled’in ne bilgisi ne de veliliği vardır”; “Veled’e iyi ve kötü ne geldiyse, ey olgun kişi, Hakk’ın Celâl’i ve onun altın gibi olan sözünün bağışıdır” diyen Sultan Veled’in hayatı boyunca en bariz karakteri, samimiliği ve babasına karşı beslediği sonsuz saygı idi. Kendisini tamamen babasına, halifelerine ve onun yoluna adadı. Yazdığı ilk mesnevisi Velednâme ile bu hizmetlerini büyük ölçüde yerine getirdi ve Mevleviliği ve Mevlevi büyüklerini ebedileştirdi.

Teşkilatçı ve girişken bir yapıya sahipti. Mevlâna’nın ideolojisini benimsedi; temkinli ve mantıklı bir şekilde ve özellikle zamanın icaplarını gözeterek, o ideolojiyi, esastan bazı feragatlerde de bulunarak sistemleştirmeye ve bir Mevlâna yolu, başka tarikatlardan ayrı bir Mevlevilik tarikatı kurmaya çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Nitekim daha Mevlâna hayatta iken ve Mevlâna istemediği hâlde, onun ricası üzerine, medresenin yanına bugünkü türbenin ve dergâhın nüvesi olan birkaç oda yapıldı ve medrese ile birlikte ona katılan bu birkaç oda Mevlâna dergâhının nüvesi oldu. Sultan Veled’in teşkilatçı karakteri, bu nüveyi bir dergâh hâline getirerek ilk ve en mühim eserini meydana getirdi ve bu şekilde Mevlâna âşıklarının merkezi kuruldu.

Mistik bir yapıya sahipti. Rüyalar ve kerametler, onun fikrî hayatına daima müessirdi. Merasime bağlı bir adamdı. Tarikatta yapılması gerekli bütün kuralları uygulamaya çalıştı; bu bağlamda kırk gün halvette kalıp çile çıkardı; birçok kerametler gösterdi. Mevleviliğin en önemli ve tek simgesi olan ve Mevlâna’nın Şems’e bağlanmasından sonra ortaya çıkan semaı hayatı boyunca uyguladı. Sema meclislerine katıldı; halifeliği döneminde ise bizzat kendisi, bu meclisleri idare etti ve onu birtakım kurallara bağladı. Nitekim bu ayinlerden birine kendi adına izafeten “devr-i veledî” denildi.

Anlama, kavrama ve yorumlama yeteneği mükemmeldi; musikiye de aşina olup rebap ve kemençe de çalardı. İçli bir Anadolu, özellikle de Konya sevgisi vardı. Nitekim kendisi, bir şiirinde Konya’yı över ve Mekke’ye ve Kâbe’ye benzetir.

Edebî Kişiliği: Farsça ve Arapçanın yanı sıra Türkçe ve Rumca da bilen ve bu dillerde şiirler de söylemiş olan Sultan Veled’in dinî bilgisi yanında edebî birikimi de son derece mükemmeldir. Nesir ve nazımda tuttuğu yol tamamıyla Mevlâna’nın yoludur. O da nesirde ve nazımda, özellikle halka hitap eder; halkın dilini kullanır. Nesrinde ve nazmında; Farsça, Arapça ve Türkçe şiirlerinde güttüğü maksat ancak budur. Babası gibi kafiyeye önem vermez; kafiye, hatta söz, onca anlamı kayıt altına alan şeylerdir. Bu bakımdan kafiyesi tam olmayan sözleri kullanmaktan çekinmez; bazı sözlerin söylenişinde tasarrufta bile bulunur.

Sultan Veled’de hikâye neredeyse yok gibidir; varsa bile tasavvufi veya ahlaki bir konu içine girer ve o konuyla zorla sürüklenir; o da esprili, açık bir halk hikâyesi değil, Musa ve Hızır gibi çok tanınan bir hikâyedir. O, mutlaka tasavvufi bir umdeyi anlatmak için söze başlar ve bu arada babasının zincirleme üslubunu takip ve o hususta da onu temsil edebilmek maksadıyla başka bahislere geçer. Bütün bu bahislerin önü ve sonu bellidir. Söylemek istediği şeyi, açık ve kestirme yoldan söyler; bu hususta son derece başarılıdır; mantıki silsileden ayrılmaz. Fikir ve üslup bakımından bilgiye dayanır. Kur’an’daki metottan yola çıkarak aynı konuları tekrar tekrar işler.

Divanından hangi şiir okunursa okunsun, o şiirde mutlaka Mevlâna’nın edası, ifadesi, kullandığı vezin ve redif vardır; fikir de Mevlâna’nındır; onun sözlerini aynen kullanır, ondan iktibaslarda bulunur. Mesnevilerinde ve Maarif’inde de aynı özellik açıkça görünür.

Nazmı ve nesri, sade, akıcı ve külfetsizdir; dili halk dilidir. Şiiri, diğer şairler gibi dünyalık için, para, makam ve mevki kazanmak için söylememiş; vermek istediği mesajı halka ulaştırmada bir araç olarak görmüştür.

Türk dili ve edebiyatı açısından da son derece önemli bir şairdir. Divan’ında, Velednâme ve Rebabnâme mesnevilerinde, onu eski bir Türk şairi sayacak nitelik ve nicelikte Türkçe şiirleri vardır.

Türk edebiyatını İran tasavvuf edebiyatının örneklerine göre düzenlemeye çalışmış ve Türk edebiyatında Mevlâna tesiri onunla başlamıştır. Türkçe manzumeler yazarken, Farsça şiirlerinde olduğu gibi, Anadolu halkını ikaz ve irşat ile Mevlâna yolunu herkese telkin maksadını gütmüştür. Eserlerinin büyük kısmını Fars diliyle yazması, devrin edebî geleneklerinin bir neticesidir; fakat arada bir Türkçeye rağbet etmesi de Farsça anlamayan büyük bir çoğunluğu o telkinlerden uzak tutmamak endişesinden doğmuştur. Rebabnâme’deki sözleri bunu yeterli derecede anlatmaktadır:

“Türkçe bilseydum ben edeydum size

Sırları kim Tanrı’dan değdi bize

Bildireydum sözile bilduğumi

Bulduraydum ben size bulduğumi”

Farsça ve Türkçe şiirleri yanında Arapça ve Rumca şiirler de söylemiştir. Türkçe ve Rumcası, Farsça ve Arapçasına oranla o kadar güçlü değildir; bunu kendisi de dile getirmektedir: “Türkçe ve Rumca söylemeyi bırak, çünkü o ıstılahtan mahrumsun; Farsça ve Arapça söyle, zira her ikisinde de iyi bir şekilde at koşturmaktasın.”

Türkçe, Arapça ve Rumca şiirleri üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmıştır: Türkçe şiirleri üzerinde, sadece Rebabnâme’nin Türkçe beyitleri hakkında, J. W. Hammer, M. Vickerhauser, Fleischer, W. Rodloff, F. Bernhauer, C. Salemann, İ. Kunos, J. Tury, Smirnov, K. Foy gibi Batılı Doğu bilimcileri çalışmalar yapmışlardır; bu şiirlerin tamamı, önce Veled Çelebi tarafından, eski harflerle (Divan-ı Türkî-yi Sultan Veled, tsh. Kilisli Rifat, İstanbul 1341); sonra Mecdud Mansuroğlu tarafından, şiirlerin dil bakımından arz ettikleri özellikler de incelenerek neşredilmiştir (Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, İstanbul 1958). Arapça şiirleri, Veyis Değirmençay tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır (Sultan Veled’in Arapça Şiirleri, Erzurum 1996). Rumca şiirleri üzerinde ise, sadece Rebabnâme’nin Rumca beyitleri hakkında, Vambéry, C. Saleman, J. V. Hammer ve G. Meyer gibi Batılı Doğu bilimcileri çalışmalar yapmışlardır.

Düşüncesi: Sultan Veled’e göre insanlardaki farklılık ve ayrılık bedenî değil, ruhidir. Birlikte ikilik olmaz; tek varlık vardır ve her şey O’dur. İlim ve eğitimde esas tekrardır; fakr yani varlıktan geçme ve yalnız Allah’a muhtaç olmada, anlayış ve kavrayışta ise sohbettir. Velilerin sohbeti ibadetlerin en mükemmeli ve en faydalısıdır; kişiyi Allah’a ulaştırmada salih amelden daha üstündür. İbadet ve Müslümanlığın aslı, Hak erlerine yönelmektir. Benliğinden kurtulanın katında dünya ve ahiret birdir. Nebiler ve veliler Hakk’ın aletidirler; onlardan sadır olan her şey Hak’tandır. Hak yolunda asıl, sohbettir. Ruhun gam ve kederi, Hak’tan ayrı olmasındandır. Üç çeşit hâl vardır; birincisi, kişinin kendi elinde olmayan hâldir; o, istemeden gelir ve gider. İkincisi, kişinin kendi elinde olan hâldir; dilerse o hâle bürünür. Üçüncüsü, kişinin o hâlin tıpkı kendisi olmasıdır; bu da tamamlanmış makamdır; bu çeşit kişi kutup olur. Velilere gösterdikleri kerametlerden ve kişinin kalbindeki gizli şeyleri bildiklerinden dolayı inanmak doğru değildir. Keramet ortaya koymak, herkesin kalbindeki sırları bilmek ve bu dünyanın sırlarını söylemek aşağılık makamıdır; bunları şeytan, falcı, astrolog ve sihirbazlar da söyleyebilir. Velilerle oturup kalkmak, Allah Teâlâ ile bir olmaktır; onlar Hakk’ın sırlarıdır. İyi ve kötü, çirkin ve güzel Allah katında, O’nun kudret ve sanatının tezahürleri olmaları açısından aynı şeylerdir.

İnsanoğlu yokluk âleminden varlık âlemine gelirken çok sayıda çeşitli menzillerden geçer; önce toprak, sonra bitki olur. Bitki hâlinde çok aşama kat eder. Bitkiyi hayvan otlayınca hayvan; hayvanı insan yiyince insan olur. Bu arada birçok aşamalardan geçer; ilkin nutfe (meni), sonra alaka (aşılanmış yumurta), daha sonra muzga (et parçası) olur. Neticede şekillenip anne karnından çıkınca azığı, süt, ekmek ve çeşitli yiyecekler olur. Bu yolculukta, her zaman süreci için onda birtakım hâller, mizaç ve huylar belirir. Ergenlik çağına girdiğinde aklın olgunluğuna ulaşır.

Şiir, velilerin ve veli olmayan şairlerin şiiri olmak üzere ikiye ayrılır. Velilerin şiiri tamamıyla Kur’an’ın tefsiri ve sırlarıdır. Onların şiirleri, şairlerin düşünceyle ve hayalle örüp söyledikleri mübalağalı şiirlere benzemez. Şairlerin niyetleri, üstünlüklerini göstermek ve gösterişte bulunmaktır. Hakiki şiir, Senai, Attar ve Mevlâna gibi velilerin şiirleridir; başkalarının şiirleri, uydurma, yalan yanlış, gösterişle dolu ve nefsî arzuların tatmini için söylenmiş bu dünyaya ait olan sözlerdir.

İlim, Allah rızası için öğrenilir ve öğrenilen şeylerle de amel edilir, yani gereği yapılır. İlmi makam ve mevki kazanma amacıyla öğrenmiş olan âlimler; günahtan sakınma ve ibadeti de dünya için yapan kullar, yüklendiklerinden habersiz ve onlardan tat almayan, “Sırtına kitaplar yüklenmiş eşekler”e benzer ve onlar, ilmi satmak için öğrendiklerinden, müşteri bulurlarsa mutlu, neşeli ve arzularına ulaşmış olurlar; müşteri bulamazlarsa velilerin aksine, üzülür ve ümitsizliğe kapılırlar. Veliler böyle değildir; onlar, ilmi Allah rızası için öğrenirler ve ondan maksatları da ameldir; ilmin manası onların ruhlarının azığıdır ve o azıktan güç ve kuvvet alırlar.

Kitapla öğrenilen ilimlerle, velilerin ve nebilerin içinde kaynayan ilimler bir değildir; öğrenilen taklidî ilimlerle kimse bu dünya zindanından, bu varlık kaydından kurtulamaz, kalbine bir canlılık gelemez. Bu taklidî ilimler ölüdür; nebilerin ve velilerin ilmi, insanın yüreğine dirlik verir; onu dünya zindanından ve varlık kaydından kurtarır.

Amel, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, zikir yapmak ve diğer ibadetleri şeklen eda etmek değildir; bunlar ancak amelin sebepleridir. Bu ibadetlerin kişide bırakacağı olumlu tesirler ameldir.

Sema ruhanidir; nefisle ve kibirle sema edilemez; benlik ve bizlikten, cisim ve ruhtan, küfür ve imandan çıkarak sema etmek gerekir. Sema, tamamen aşk, mestlik, vecd ve gönülden kini atmaktır. Sema, tamamen Hakk’a kavuşmak ve O’nun cemalini görmektir; nebilerden miras olarak kalmıştır, raks değildir; öyle bir hâldir ki, insan o hâlde kendi varlığından geçer, elini, ayağını ve aklını kaybeder, tamamen yok olur. Nübüvvet budur. Bununla birlikte her görülen sema değildir; asıl sema kendinden geçmektir.

Velednâme’siyle en doğru Mevlevi menkıbeleri kitabını bize bağışlayan Sultan Veled, bu eserinde genelde Sultanululema Bahaeddin Veled, Seyyit Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî, Şems-i Tebrizî, Mevlâna Celâleddin, Şeyh Selahaddin, Çelebi Hüsameddin, Kerimeddin b. Bektemur gibi manevi bağı bulunan kişileri ele almış; onların halifeliğini, hayat hikâyelerini ve diğer özelliklerini överek anlatmıştır. Divan’ında ise yine bu kişilerle birlikte kardeşi Alâeddin Muhammed ve oğlu Ulu Arif Çelebi’nin yanı sıra; Sultan Gıyaseddin Mesut II, IV. Rükneddin Kılıçarslan, eşi Gumaç/Gömeç Hatun, kızı Selçuk Hatun ve annesi Fatma Hatun; Emir Alemeddin Kayser, Emir Necmeddin, Muineddin Pervane ve babası Mühezzebeddin, Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali ve oğlu Taceddin Hüseyin, Şerefeddin b. Hatıreddin, Tabip Ekmeleddin, Mecdeddin Ali b. Muhammed, Ahi Sadeddin, Ahi Muhammed Seydaveri, Ahi Kayser, Ahi Çoban, Ahi Muhammedşah, Ahi Yusuf ve Ahi Sadeddin, Bayburtlu Ahi Emir Ahmet ve 678 (1279)’de doğan ve Şemseddin Muhammed adını verdiği bir çocuğun doğumu sebebiyle çocuğun babası Ali, Danişmentli vilayeti kadısı Kemaleddin-i Kâbi, Ayinedaroğlu Hüsameddin, Gürcü Hatun, Kayseri kadısı, Hamza adlı bir bey, şehrin komutanı, Ahi Emir Hacı ile Husam-ı Afsah gibi Türkiye Selçuklu sultanları, emirleri ve ileri gelenleriyle Moğollardan Anadolu genel valisi Samagar Noyan’ı, eşi Kultak’ı, kızı Novaki ve oğlu Arap Noyan’ı övmüş; ayrıca Konya, Aksaray ve Kayseri şehirleriyle bu şehirlerde yaşayan halkı ve Kütahya şehrini öven şiirler de söylemiştir.

Eserleri: Babasını takip ederek onun divanının yarısı kadar bir divan, Mesnevi’sinin yarısı nispetinde üç mesnevi ve Fîhi Mâ Fîh’inin tarzında da Maarif adlı manzum ve mensur eserler yazmıştır:

1. Divan: Aruz bahrinin 29 vezninden istifade edilerek yazılan divanda; Farsça, 13.128 beyitte; 826 gazel, 32 kaside, 9 kıta, 10 terciibent ve terkibibent, 23 musammat ve 451 rubai; Türkçe, 117 beyitte 12 gazelle Farsça-Türkçe 13 beyitlik mülemma bir gazel (6 beyti Türkçe); Farsça üç gazel içinde 6 beyit; redifleri Farsça olan 2 beyitle ikinci mısralarının başındaki cümleleri Farsça olan yine 2 beyit, Türkçe-Rumca mülemma 1 beyit ve Farsça-Türkçe mülemma yine 1 beyit; Arapça, 72 beyitte 8 gazel ve 3 rubainin yanında, Farsça bir gazel içinde 3 beyit, yine Farsça bir gazel içinde 1 beyit; Arapça-Farsça mülemma 9 beyitlik 1 gazel; ayrıca redifleri Farsça olan 2 beyitle 1 mısra; Rumca, 18 beyitte iki gazel ile Türkçe bir gazel içinde 3 beyit; Türkçe-Rumca, Farsça-Rumca mülemma 2 beyit ve redifi Farsça olan 1 beyit vardır. Toplam 13.335 beyittir.

Gazellerin çoğu, Mevlâna’nın üslubunda ve onun gazellerine nazire olarak yazılmış; hatta bundan dolayı, bu nazirelerin tespitinden mecmualar meydana getirilmiştir. Şiirler, genelde orta seviyede, sade ve basittir. Divan, XI-XIII. yüzyıl Anadolu tarihi; Farsça, Türkçe, Arapça ve Rumca ile Mevlevilik açısından son derece önemlidir.

Divan, hem Feridun Nafiz Uzluk (Dîvân-ı Sultan Veled, Ankara 1941), hem de Asgar-i Rabbânî (Dîvân-ı Sultan Veled, Tahran 1338 hş.) tarafından aynı adla yayımlanmıştır. Divan’daki rubailer (Erzurum 1996; İstanbul 2010) ve Arapça şiirler (Erzurum 1996; Velednâme ve Rebabnâme’deki manzumelerle birlikte) Veyis Değirmençay tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır. Şiirlerin tamamı Veyis Değirmençay tarafından Türkçeye çevrilmiş olup, henüz yayımlanmamıştır.

2. Velednâme: Üç mesnevinin ilkidir. Esere, Sultan Veled tarafından Mesnevî-yi Veledî adı verilmiş; ancak Velednâme adıyla tanınmış ve “ibtidâ” kelimesiyle başladığı ve ilk mesnevi olduğu için İbtidânâme adıyla da anılmıştır. 690’da (1291) Senai’nin Hadîka’sı, yani hafif bahrinin fâilâtün (feilâtün), mefâilün, feilün (fa’lün) vezninde, nazım ve nesir olarak yazılmıştır. Mukaddime ile birlikte 166 başlık ve 9.007 beyittir. Eser, Farsça kaleme alınmış olup, içinde 76 Türkçe, 180 Arapça ve 23 Rumca beyit de vardır.

Mevlâna ve Mevlevi halifelerinin hayat hikâyeleri ve özellikleri hakkında bilgi vermek için kaleme alınan eserde, dinî konulara da yer verilmiştir. Nesri, dibace ve fasıllarda görülen ve hepsi şairin kendi kaleminden çıkan ve manzumelerin bir tür özeti olan cümlelerdir. Bunlar, genelde sade, külfetsiz, son derece sağlam ve mükemmeldir. Nazmı ise, başlıklardan sonra konuların geniş olarak işlendiği beyitlerdir. Bunlar da sade, akıcı ve külfetsizdir, ancak içlerinde gevşek beyitler ve noksan kafiyeler de vardır.

Velednâme, ilk defa Celâl Hümâî tarafından (Mesnevî-yi Veledî be Bahr-i Hafif, Ma’ruf be Velednâme, Tahran 1315 hş.) yayımlanmış; daha sonra Cemşid Karabeyglu tarafından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde doktora çalışması yapılmış, ancak henüz neşredilmemiştir (Sultan Veled, Mesnevî-yi Veledî, Velednâme, 1976). Ayrıca Ferşîd İkbâl’in mukaddimesiyle, Velednâme-Surûd-i Sultan Veled/Mesnevî-yi Veledî ya Mesnevî-yi Veled ya Velednâme (Tahran 1388 hş.) adında yayımlanmış; daha sonra Nucemâ Cebrail Mûsevî ile Nîlûfer-i Gulâmî (Mesnevî-yi Veledî, be Bahr-i Hafîf, Ma’rûf be Velednâme, ts.) ve Muhammed Ali Muvahhid ile Ali Rıza Haydarî tarafından (İbtidânâme/Nivişte-i Sultan Veled, Tahran 1389 hş.) da neşredilmiştir. Eser, Abdülbâki Gölpınarlı tarafından Türkçeye çevrilip yayımlanmıştır (İbtidânâme, Ankara 1976). Veled Çelebi’nin de eser üzerinde bir tercüme çalışması olmuş; ancak yayımlanmamıştır.

3. Rebabnâme: Sultan Veled’in dostlarının ısrarı üzerine kaleme aldığı bu esere, bu ad muhtemelen “Rebabın ağlayıp inlemesinden aşka ait yüzlerce çeşit nükteler dinleyin” beytiyle başladığı ve rebap üzerine kurulduğu için verilmiştir. Eser, 700 (1301) yılında Mevlâna’nın Mesnevi’si, yani remel bahrinin fâilâtün fâilâtün fâilün (fâilât) vezninde ve ilk mesnevide olduğu gibi nazım ve nesir olarak kaleme alınmıştır. Mukaddime ile birlikte 106 başlık ve 8.124 beyittir. Farsçanın yanında, 162 Türkçe, 36 Arapça ve 22 Rumca beyit vardır.

Rebabnâme’de, insanların Hak Teâlâ’nın emrine ve elçisinin sünnetine uygun olarak yaşamaları için öğütler verilmiş; Kur’an’ın ışığında çeşitli ibareler ve misaller getirilmiş ve tarikatın gereği olan hususlar tekrar edilmiştir. Ayrıca Şems’in ortaya çıkışı, Mevlâna ile buluşması; Mevlâna’nın müritleri bırakarak ona bağlanması; Mevlâna’nın müritlerden uzaklaşması üzerine onların Şems’e haset etmeleri; Mevlâna’nın yine Şems’i övmeye devam etmesi; müritlerin hasetleri neticesinde bağış ve kerametten uzak kalmaları gibi Mevlâna ve Mevlevilik ile ilgili birtakım kısa anlatımlar da vardır. Eser, önce F. Wilhelm Radloff (St. Petersburg 1889); daha sonra Ali Sultânî Gird Ferâmerzî tarafından yayımlanmıştır (Rababnâme ez Sultan Veled, Ferzend-i Mevlâna Celâleddin-i Mevlevî, Tahran 1359 ve 1377 hş.). Ayrıca Veyis Değirmençay tarafından 1996’da Erzurum Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Sultan Veled ve Rebabnâme” adıyla doktora çalışması yapılmış; ancak henüz neşredilmemiştir. Niğdeli Hakkı Eroğlu tarafından eski harflerle Türkçeye çevrilmiş (1945) ve bu çeviri, Amber Güneysel ve İsmail Koçak tarafından yeni harflere aktarılarak yayımlanmıştır (Rebâbnâme, çev. Niğdeli Hakkı Eroğlu, İstanbul 2011).

4. İntihânâme: Sultan Veled’in üçüncü ve son mesnevisidir; bu sebeple esere bu ad verilmiştir. Rebabnâme gibi, remel bahrinin fâilâtün fâilâtün fâilün (fâilât) vezninde, 700-712 (1300-1312) yılları arasında, yine ilk iki mesnevi gibi nazım ve nesir olarak kaleme alınmıştır.

Eser, baştan sona Farsçadır. İstanbul Üniversitesi Farsça Yazmalar Bölümü, 1009 numaralı yazmaya göre, mukaddimeyle birlikte 121 başlık ve 8.313 beyit, Muhammed Ali-yi Hızânedârlu tarafından yayımlanmış olan çalışmaya göre ise (Tahran 1374 hş.) yine mukaddimeyle birlikte 111 başlık ve 7.083 beyittir.

Bu eserde de vaaz ve nasihate ek olarak tarikatın gereği hususlar tekrar edilmiş, ayrıca Mevlâna’nın Şems’e bağlanmadan önceki hayatı; Şems’e bağlanması ve Şems’in, daha önce hiç sema yapmamış olan Mevlâna’yı semaa başlatması; semaın bütün müritler tarafından yapılması ve sema ile ilgili birtakım kısa anlatımlara da yer verilmiştir.

İntihânâme, Muhammed Ali-yi Hızânedârlu tarafından yayımlanmıştır (İntihânâme-i Sultan Veled, Tahran 1374 hş.). Niğdeli Hakkı Eroğlu tarafından Türkçeye çevrilmiş (1942) ve bu çeviri, Hülya Küçük tarafından neşredilmiştir (Küpten Sızan Sırlar, İntihâ-Name-i Sultan Veled, çev. Hakkı Eroğlu, yayına haz. Hülya Küçük, İstanbul 2010).

5. Maarif: Sultan Veled’in mensur tek eseridir. 56 bölümden oluşmaktadır. Son derece sade ve açıktır, konuşma diliyle yazılmıştır. Konular, bir nevi mesnevilerdeki konuların tekrarı olup tevhide, tasavvufa, tarikata ve şeriata ait konular, her bölümde ayet ve hadislerin yanında, tazminlerle ve Sultan Veled’in kendi ürünü beyitlerle süslenerek işlenmiştir.

Maarif, önce taş basma şeklinde Mevlâna’nın olduğu sanılıp Fîhi Mâ Fîh’in ikinci cildi olarak Hâcı Şeyh Abdullah-i Hâyirî’nin mukaddimesiyle basılmış (Tahran 1334 hş), daha sonra ise Necîb Mâyil-i Herevî tarafından Ma’ârif-i Sultan Veled (Tahran 1367, 1377 hş.) adıyla yayımlanmıştır. Eser, Meliha Ülker Tarıkahya (Anbarcıoğlu) tarafından yazma nüshadan Türkçeye çevrilerek, Millî Eğitim Bakanlığı, Şark İslam Klasikleri serisinde birkaç defa basılmıştır (Ankara 1949, 1966, 1974; İstanbul 1985). Ayrıca Hülya Küçük tarafından Sultan Veled ve Maârif’i (Konya 2005) adıyla da neşredilmiştir. Eva de Vitray-Meyerovitch tarafından Fransızcaya çevrilip yayımlanmıştır (Paris 1982).

Bu eserlerden başka, Sultan Veled’in Hanefi bilginlerinden Nasreddin Ebulkasım Muhammed’in fıkha dair, Nâfi’un fi’l-furû’ adlı kitabını şerh edip nazmettiğini Kâtip Çelebi haber vermektedir. Mevlevi kaynaklarında bulunmayan bu kitabın yanında, Abdülbâki Gölpınarlı’nın kaynağını vermediği beyanına göre, Işknâme, Tıraşnâme ve Risâle-i İtikad gibi uydurma eserler de Sultan Veled’e atfedilmiştir. Bunlardan başka Türkiye kütüphaneleri kataloglarında Sultan Veled’e isnat edilen, ancak Mevlevi kaynaklarında geçmeyen ve ona aidiyeti kesin olmayan, Manzûme-i Sıyâmiyye, Hâşiye Alâ Şerh-i İsagoci, der Ma’rifet-i Âfâk-ı Enfüs, Risâle der Beyân-ı Hikâyet-i Müteferrika, Risâle-i İnşâ, Eş’âr, Gazeliyyât gibi eserler de vardır.

Sultan Veled’in sandukası

VEYİS DEĞİRMENÇAY

BİBLİYOGRAFYA

  • Sultan Veled, 1941, tür.yer.; a.mlf., 1338; a.mlf., 1315, tür.yer.; a.mlf., 1377; a.mlf., 1976; a.mlf., ts.a; a.mlf., 1966; Eflaki, 1980, I-II/tür.yer.; Sipehsâlâr, 1325, tür.yer.; Devletşâh, 1366, 144-151; Abdurrahman-ı Câmî, 1337, 471-473; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zunûn, 1943, II/2025; Bedîüzzaman Fürûzanfer, 1986, tür.yer.; Gibb, 1958, I/151-163; Gölpınarlı, 1977; a.mlf., 1985; a.mlf., 1983; a.mlf., 1963; Handmir, 1353, III/115-116; Latifî, 1990, 45-47; Fehim Efendi, ts., 97-100; Kureşî, 1413, I/313-315; Taşköprülüzade, 1313, I/747; Kamusü’l-a’lam, 1311/1894, IV/2601; Ritter, 1942; Nefîsî, 1363, I/199; Browne, 1351, 200-201; Dihhudâ, 1345, XXIX/595; Hayyâmpur, 1368, I/463; Hidâyet, 1339, II/695; Hidâyet, 1353, II/644; Karabeyglu, 1976; Veled Çelebi, 1341; Köprülü, 1991, 216, 235-239; Mansuroğlu, 1958, tür.yer.; Nazmî-yi Tebrizî, 1363; Muin, 1371, V/787; Önder vd., 1974, II/304-324; Pekolcay, 1967, 113-114; Safâ, 1371, III-1/448-472, III-2/705-707; Yazıcı, 1978; Sultan Veled, 1376; Değirmençay, 1996a, tür.yer.; a.mlf., 1996b; a.mlf., 1996c; 2010; a.mlf., 1997; a.mlf., 2009; Sultan Veled, 1388; a.mlf., ts.b; a.mlf., 1389; Öngören, 2004; Özcan, 2004; Tanrıkorur, 2004; Küçük, 2007; Sultan Veled, 2010; a.mlf., 2011; Özmen, 2012, 115-123.